28 Eylül 2022 Çarşamba

THE OPERASYON

(Bu yazı yaklaşık 1 yıl önce bir yerel gazete ve o gazetenin internet sitesinde yayınlanmıştır.)

               CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu geçtiğimiz günlerde “Kürt Sorununu çözmek için meşru bir organa ihtiyacımız var. HDP’yi meşru organ olarak görebiliriz” demek suretiyle “Kürt Sorunu” vurgusu yaptı. Bunun üzerine Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan biraz da Kılıçdaroğlu’nu “ti”ye alarak “Türkiye’de Kürt sorunu yok. Biz bu işi çoktan çözdük, aştık, bitirdik” cevabını verdi.

               Nasıl çözdüklerini –muhtemelen kendisi de dahil- kimse bilmiyor. Enson “Dolmabahçe Mutakabatı” ile İmralı’daki caniyi ve onun siyasi alandaki uzantısı HDP’yi “Kürt Halkının meşru temsilcisi” olarak kabul ederek diğer bütün alternatifleri devre dışı bırakmışlar ve HDP ve ÖCALAN’ı meşrulaştırmışlardı.

               Bugün Kılıçdaroğlu’nun söylediğini Erdoğan liderliğindeki AKP hükümeti 6 yıl önce fiilen hayata geçirmişti. Ya da tersinden bakarsak Erdoğan’ın 6 yıl önce fiilen hayata geçirdiğini Kılıçdaroğlu bugün dillendirmektedir. Son 10 yıllık bir zaman çerçevesinde iktidarın yaptığı ile anamuhalefet partisi liderinin söylediği şey aynıdır.

               Kürt Sorunu olarak adlandırdıkları hadise “Türk Solu”nun bu ülkeye attığı en büyük kazıktır. Ortada bir “temel insan hakları sorunu” varken bunu “Marksist-Leninist romantizmle” etnik bir düzleme soktular ve cini lambadan çıkardılar. Temel insan hakları sorununu etnik bir grup lehine “pozitif ayrımcılık” talebine dönüştürdüler. 40 yıldır yanlış teşhis yanlış tedavi devam edip gidiyor.

Milletleşmiş bir toplulukta “Halkların kardeşliği”nden söz edebilmek mümkün değildir. “Millet” daha üst bir normdur ve Halkların kardeşliğinden sözedebilmek için önce milleti halklara bölmek sonra bu halkları kardeş(!) haline getirmek gerekir. Milleti halklara bölmek genellikle kanlı çatışmalar neticesinde gerçekleştiğinden aralarına “kan” girmiş halkları yeniden kardeş haline getirmek de pek mümkün olmamaktadır.  Milletleşme sürecinin tam olarak tamamlanmadığı ve milletaltı yapıların yoğun olduğu Türkiye’nin doğusunda insan hakları problemlerine etnik bir hüviyet katıldığında PKK terörü gibi bir olguyla karşılaşmak son derece normaldir. Bakmayın siz Türk Solunun ve PKK’nın sosyal demokrasiden, insan haklarından bahsettiğine. Neticede her ikisinin “metodolojisi” de “silahlı devrim” dir. Bir metotta “silah” varsa diğer tüm söylemler “laf-ı güzaf” tır.

                

               Sosyolojik olarak bir topluma bir tohum attığınızda o tohumdan alacağınız ürünler 30-60-90 yıllık periyodlarda ortaya çıkar. Türkiye’de 12 Eylül 1980 ihtilali ile atılan tohumların (yeşil kuşak) 2000’li yılların başından itibaren ürün vermeye başlayacağı biliniyordu. Tohumu ekenler en elverişli ürünü kimin eliyle alacaklarını araştırırken R. T. ERDOĞAN- A. GÜL- B. ARINÇ’tan oluşan “troyka” ile tanıştırıldılar. Teklifleri çok netti. 1- Sizi iktidara taşıyacağız, 2- Size finansal destek sağlayacağız, 3- Size alternatif oluşturabilecek kişi/grup/yapıları “opere” edeceğiz. Karşılığında da 1- BOP’un hayata geçirilmesi, 2- İsrail’in güvenliğinin sağlanması, 3- Yeni bir İslam anlayışı oluşturulması istendi.

              

               ERDOĞAN iktidara geldikten sonra tam 32 farklı konuşmasında “BOP eşbaşkanı” olduğunu söyledi. Abdullah GÜL “BOP içinde ABD ile birlikte hareket ediyoruz” diyordu. ERDOĞAN aldığı ceza sebebiyle (ki ceza hukuki değildi) 2002 yılındaki seçime girememişti. Seçimlerden sonra dönemin CHP genel başkanı Deniz BAYKAL’ın da üstün(!) gayretleri sonucu önce Siirt seçimleri iptal edildi. Sonra ERDOĞAN’ın seçilme yasağı kaldırılarak seçime girmesi sağlandı ve neticede ERDOĞAN hem milletvekili hem de başbakan yapıldı.

               Deniz BAYKAL rakibi R.T. ERDOĞAN’ın yolunu niçin açtı ve AKP’yi Türkiye’nin başına bela etti? Neyin karşılığında?  CHP’lilere “Erdoğan ile mücadele” etmeden önce Baykal’dan bu soruların cevabını almalarını öneririm.

               Bu özel konuyu yakından takip edenler BAYKAL’ın da Erdoğan ile temasa geçen yapı ile temasta olduğunu ve bu yapının Baykal’a “Erdoğan’ın iktidar yolunu açarsa kendisinin de Cumhurbaşkanı yapılacağı” taahhüdünün yapıldığını söylüyorlar. Yine aynı kaynaklar Baykal’ın “Erdoğan’a iktidar yolunu açsa da diğer bazı görevlerini yapmada yeterince istekli olmaması sebebiyle bir kaset operasyonu ile CHP genelbaşkanlığından istifa etmek zorunda bırakıldığını söylüyorlar.

                

               Troyka ile dıj güşler  1998 öncesi yukarıda paylaştığımız maddeler çerçevesinde anlaşmışlardı. O tarihten sonra “Operasyonlar” başladı.  Önce Erdoğan’dan bir “mazlum” yaratıldı. Sonrasında Erdoğan içinden çıktığı “Milli Görüş”ün siyasi partisinden (Refah P.) ayrıştırıldı. Bu ayrışma sonrasında Refah Partisinin doğal olarak ERBAKAN’ın kayıp 1 Trilyonu varken Erdoğan’ın kasasında 1 Milyar Doları (https://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/koc-tayyip-beyin-1-milyar-dolari-varmis-8229) vardı. Bu kayıp trilyondan ne kadarı Erdoğan’ın 1 Milyar dolarının içindedir? Bir Allah bir de Erdoğan bilir. Gerçi “Kayıp Trilyon Davası”nda yargılanan ancak 2002 de iktidara gelmenin de avantajıyla ceza almadan kurtarılan  troykadan A. GÜL ve Abdülkadir AKSU gibi isimler de biliyordur muhtemelen. Herneyse.

               İlk operasyon kayıp trilyon davası ile Erbakan’a yapıldı.

               Bir alternatif oluşturabilecek Muhsin YAZICIOĞLU 2009 da öldürüldü.

               Numan Kurtulmuş , Süleyman SOYLU gibi isimler transfer edilerek alternatif olmaktan çıkartıldı.

               Kaset operasyonu ile Baykal’ın yerini Kılıçdaroğlu aldı.

              

               Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile tüm yetkileri elinde toplayan ve ülkeyi bir ticari şirket gibi yönetmeye çalışan ERDOĞAN eski gücünden oldukça uzak. Başta ekonomi olmak üzer her alanda duvara toslamış durumda. Bu millete söyleyecek sözü de inandıracak dili de kalmamış durumda. Son birkaç seçim dönemindeki vaatlerine bir bakın. Bir önceki seçimde en önemli vaadini yapılacak “Millet Bahçesi” oluşturuyordu. AKP’den ve ERDOĞAN’dan duyabileceğimiz “yeni” bir söz yok.

               Bu durumda sığınabilecekleri tek liman “muhalefetin başarısızlığı” ve umut vaad etmekten uzak olmasıydı.

               Yeni söz söyleyemeyen iktidarın elindeki en önemli argüman “HDP-PKK ile muhalefetin işbirliği yaptığı” iddiasıydı. Son birkaç seçimde özellikle son seçimde en çok kullanılan propaganda aracı bu söylemdi. Bu söylem belki CHP’nin oy alacağı kesimlerde pek ciddiye alınmıyordu ancak Millet İttifakının diğer ortağı İyi Parti’nin oy alabileceği kesimlerde ciddiye alınan bir söylemdi.

               AKP ve ERDOĞAN’ın (hatta Bahçeli ve MHP’nin de) çok sıkıştığı ve siyaset üretmekten uzak kaldığı, tek tutar dallarının “HDP-PKK ile muhalefetin işbirliği iddiası” olduğu bir anda Kılıçdaroğlu devreye girdi. Daha birkaç yıl önce AKP’nin denediği HDP üzerinden “Kürt Sorunu”(!) nu çözme işine soyundu. 

               Kılıçdaroğlu daha önce denenmiş ve duvara toslamış bir mevzuyu 4-5 yıl sonra tekrar ortaya attı. Bu söylemi ile hem ERDOĞAN ve BAHÇELİ’ye can simidi attı hem de ortağı Meral AKŞENER ve İyi Parti’yi bataklığa doğru itti. MHP’den İyi Partiye doğru yaşanabilecek bir kaymayı başlamadan bitirdi.

               Bir soru da KILIÇDAROĞLU’na sormak lazım. Bu konuşmayı yaparken muradın neydi? Neyi amaçladın? 

              

               Sahi KILIÇDAROĞLU bu açıklaması ile ortağı İyi Parti ve Meral AKŞENER’e operasyon çektiğinin farkında mı?

 

 

 

       

31 Mayıs 2022 Salı

Milli Takım- Hemşehricilik, Kabilecilik, Millet

 (Eylül 2021 de Bir yerel gazetede yayınlanmıştır)

            Futbol Milli Takımımız rezil bir haftayı geride bıraktı. Sıfır çekilen Avrupa Şampiyonasından sonra alınacak galibiyetlerle düzlüğe çıkılacağı düşünülürken önce kendi evimizde 2-0 öne geçtiğimiz maçta zayıf rakip Karadağ ile 2-2 berabere kaldık. Akabinde Avrupa’daki en zayıf takımlardan biri olan Cebelitarık’ı 3-0 yenerken bir hayli zorlandık. Salı akşamı da “kader maçı” olarak nitelendirdiğimiz maçta deplasmanda Hollanda’ya karşı 6-1 gibi tarihi bir hezimet yaşadık.

            Konumuz futbol ya da Milli Takım’ın maçları değil.

Oynanan her Milli Maç sonrası sosyalmedya üzerinde yoğun bir tartışma yaşanıyor. Yapılan bu tartışmalara dikkat eden oldu mu bilemiyorum. Başta twitter olmak üzere sosyalmedya üzerinden yapılan tartışmalara dikkat edenler apaçık bir gerçekle yüzyüze geleceklerdir.

Son bir hafta içerisinde Milli Takım’ın oynadığı maçlar sonrası yaşanan tartışmalara ve taraftar tepkilerine baktığımızda ilginç durumlarla karşılaşıyoruz.

Herşeyden önce teknik direktör Şenol Güneş üzerinden yapılan tartışmalar var. (Sözleşmesi feshedildi) Şenol Güneş’in Trabzonlu ve bir Trabzonspor efsanesi olması sebebiyle Milli Takım seçmelerinde Trabzonsporlu oyuncuları kayırdığı ve haketmedikleri halde Milli Takım kadrosuna alarak ısrarla oynattığı iddiasındalar bazı vatandaşlar. Daha önce Beşiktaş’ta çalışmasından dolayı Beşiktaşlı futbolcuları kolladığı da söyleniyor.  Fenerbahçe taraftarları başta kaleci Altay olmak üzere Fenerbahçeli futbolcuların oynatılmadığını iddia ediyor. Altay’ın en iyi kaleci Uğurcan’ın ise –onların tabiriyle- “ÇÖP” olduğunu söylüyorlar, yazıyorlar. Altay’ın oynadığı maçta bu kez aynı tavrı Trabzonspor taraftarı takınıyor. Galatasaraylı taraftarlar tüm milli takımın Galatasaray’da oynayan oyunculardan kurulması isteğini yansıtırken Beşiktaşlı taraftarlar Beşiktaş’ta oynayan futbolculardan kurulu bir Milli Takım arzu ediyor. Özellikle büyük(!) takım taraftarı diğer büyük(!) takımın futbolcularını Milli Takım forması altında sahada görmek istemiyor. Onları işe yaramaz ve çöp olarak nitelendiriyor. En ufak bir hatada ,verilen bir yanlış pasta tüm sorumluluğu diğer büyük takım oyuncularına   yüklüyor. Şöyle bir örnek vereyim. Karadağ maçının 90+7. dakikasında serbest vuruştan yenilen golle ilgili olarak Fenerbahçeliler faulü yapan Galatasaraylı defsans oyuncusunu ve barajın 4 yerine 3 kişiden oluşması sebebiyle diğer takım oyuncularını suçluyor ve Altay’ın golde bir hatası olmadığını iddia ediyorlar. Galatasaraylılar Galatasaraylı oyuncunun yaptığı faulden değil Altay’ın hatasından golün yenildiğini savunuyorlar. Trabzonsporlular kaleyi Uğurcan yerine Altay’ı teslim ettiği için Şenol Güneş’i kapattığı köşeden golü yediği için de Altay’ı suçlayıp Uğurcan’ın o golü yemeyeceğini iddia ediyorlar. Bu tartışma her futbolcu için yapılıyor. Diğer takım futbolcusuna sorumluluk yüklemekle kalmıyor hakaret ve küfrediyor. Kendi söylediğinin dışında bir şeyler söyleyenler ve kendi söylediğine itiraz edenler de hakaret ve küfürden nasibini alıyor.

Taraftarlar arasında öyle bir algı var ki aynı (Milli) Takım içinde aynı formayı giyen ama rakip dışında kendi aralarında mücadele eden takımlardan müteşekkil. Galatasaraylı taraftar Fenerbahçeli , Beşiktaşlı, Trabzonsporlu futbolcunun gol kaçırmasını, kötü oynamasını, hata yapmasını bekliyor. Bu beklenti diğer takım taraftarları içinde geçerli.

Milli Takım etrafında kenetlenmesi gereken taraftarlar Milli Takım yerine kendi takımları etrafında kenetlenmeyi tercih ediyor. Şenol Güneş’ten boşalan Milli Takım Teknik Direktörlüğü görevine Sergen YALÇIN’ın adının geçmesi bile Beşiktaşlı taraftarları çileden çıkartmaya yetiyor. Açıkça ve toplu halde “ Sergen Beşiktaş’tan ayrılmasın TFF Milli Takım’a başka bir hoca bulsun” diyorlar.

Anadolu’da hemşehricilik sosyolojik bir olgu olarak varlığını sürdürüyor. Bu olgu ufak değişikliklerle ülkenin batısından doğusuna doğru gittikçe artıyor. Özellikle taşradan gelenler başta İstanbul olmak üzere büyükşehirlerde hemşehri dernekleri/vakıfları etrafında toplanıyorlar. Özellikle Karadeniz, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinden büyükşehirlere gelenlerde ve bürokraside hemşehricilik çok fazla bir yer işgal ediyor. Trabzonlular, Rizeliler, Gümüşhaneliler, Sivaslılar, Bayburtlular,  Malatyalılar… il dernek/vakıflarının dışında ilçe ilçe, köy köy kurdukları derneklerle memleket ve çıktıkları topluluklarla bağlantılarını devam ettiriyorlar.

Karadeniz Bölgesi dışında hemşehricilik olgusunun yoğun olduğu bölgelerde bir başka olgu daha sosyolojik alanı etkiliyor. Aşiretçilik-kabilecilik. İnsanlar aşiret-kabile yapılanmaları çevresinde toplanıyorlar ve kendilerini aşiretleri-kabileleri ile ifade ediyorlar. Sosyal ilişkilerini belirli oranda aşiret-kabile yapılanmaları  üzerinden dizayn ediyorlar.

Yine aynı bölgelerde sosyal ilişkileri düzenleyen bir diğer etken unsur cemaat - tarikat yapılanmaları. Aşiret yapılanmaları etnik bir temel üzerine inşa edilse de cemaat ve tarikat yapılanmaları dini temel üzerine kurgulanıyor. (İçiçe girdiği zamanlarda var)

Tüm bu yapılar etnik, dini , coğrafi birliktelikler oluştururken sosyal hayatta kendileri gibi oluşmuş diğer yapılarla ister istemez karşılaşıyor. Bir hemşehri derneği, bir aşiret, bir cemaat-tarikat sosyolojik alanda kendine alan açmak , üye sayısını -etki alanını büyütmek, siyasetten, ticaretten , bürokrasiden pay almak ve daha da büyümek için çaba gösterirken aynı sosyal alanda kendisi gibi hareket ederek büyümek isteyen başka bir yapıyla karşılaşıyor. Bu karşılaşma mücadeleyi de beraberinde getiriyor. Aralarında gizli bir çekişme ve mücadele başlıyor. Bu mücadele bir zaman sonra öyle bir noktaya geliyor ki artık diğer yapıyı düşman gibi görmeye başlıyorlar.

“Millet” sosyal yapıların en üst noktasıdır.  Milletleşme sürecine yaklaştıkça “Millet altı yapılar” olarak nitelendirilen bu yapıların sayısı azalır. Bu yapılardaki sayı arttıkça “Millet” mevhumundan uzaklaşılır. Bir zaman gelir ki farkında olmadan “millet içinde millet”ler oluşur. Aşiretin, cemaatin- tarikatın çıkarı bütünün (millet) çıkarının önüne geçer. Yapı içerisindeki kişiler çoğu zaman bunun farkına bile varmaz. Hatta bu yapıların başındaki kişiler , yöneticiler bunu istemeseler bile farkında olmadan yapılar o yöne doğru evrilir. Milletaltı yapılardaki artış , bölünmeyi ve kompartımanlaşmayı körükler. Bu artış ülke birliğini tehdit eder boyuta gelir uzun vadede. Aynı şekilde sayıdaki artış ve çekişme bürokraside liyakatsizliği artırdığı gibi enerjinin boşa harcanmasını da beraberinde getirir. Bu durum “millet olma sürecine” zarar verdiği gibi devleti de liyakatsız ellerde güçsüz bırakır.

20 yıllık AKP iktidarı döneminde bürokraside belirli şehirlerin , aşiretlerin-kabilelerin, tarikat ve cemaatlerin öne çıkması , liyakatın gözardı edilmesi bugün yaşadığımız sıkıntıların kaynaklarından biri, belki de birincisi.

Milli Takım üzerinden taraftarlar arasında yaşanan tartışmalar aslında toplumun millet altı yapılanmalara doğru evrildiğini ve Milletin çözüldüğünü gösteriyor. 40 yıl önce aynı tribünde yanyana maç izleyen insanlar bugün kamplaşmış durumda. 20 yıl önce herkesin bir tek milli takımı varken bugün Galatasaraylının kendi milli takımı , Fenerbahçelinin kendi milli takımı var neredeyse. Bu durum Beşiktaşlılar ve Trabzonsporlular içinde geçerli.

AKP politikaları millet altı yapıları önplana çıkartarak milleti çözüyor. AKP’nin sosyolojik anlamdaki millet kavramı ile sıkıntısı var. Bunu hepimiz biliyoruz. Peki her alanda AKP politikalarını destekleyen “Milliyetçi” MHP/BBP’nin milletin çözülmesinden muradı nedir? Millet altı yapılar yoluyla oluşturulan bu çözülmeyi görmüyorlar mı? Yoksa “Millet” diye bir kaygıları mı yok? En önemlisi siyaseten bile olsa kendileri gibi düşünmeyen milletin yarısını zillet-illet , vatanhaini… ilan edip ötekileştirerek milleti bir arada nasıl tutmayı düşünüyorlar?