5 Eylül 2020 Cumartesi

Tarikattan Hanedana

Uşşaki Tarikatı diye bir tarikat varmış. İsmini yeni duydum (Benim eksikliğimdir). Bu tarikatın Lideri müridinin 12 yaşındaki kızına cinsel saldırıda bulunmuş. Olay sonrası tutuklandı.
Bu dönemde medyaya düşen ses kaydına göre kendisine "mehdi" diyor. Yine "bana bir şey olursa bu tarikat biter" cümlesi de kendisine ait. Bir ara tacizde bulunduğu kızın babasına "Beni öldürüp mehdi sen ol" diye takılıyor. Kızın babası ile konuşurken takındığı tavır, yer yer gülme, olayı basitleştirme insana "yuh" dedirtecek cinsten. Babanın tavrının da "şeyhinden aşağı kalır" yanı yok.
Olayla ilgili tüm haberlere yayın yasağı getirildi.
Bu tür hadiselerde "yayın yasağı" getirilmesinin olayın iğrençliğinin kamudan gizlenmesi "masumiyet karinesi" gibi hukuk kurallarının gözönünde bulundurulması vs. ile alakası yok. Konu tamamen iktidarı korumakla alakalı.
iktidar ne alaka diyenlerin Hacı Bayram Veli Camii çevre düzenlemesi ve kitapçılar çarşısı açılışında Cumhurbaşkanı Erdoğan ile birlikte kimlerin açılış kurdelasını kestiğine bir bakmalarını tavsiye ederiz. Adam devletin protokolüne girmiş Cumhurbaşkanı ile birlikte kurdela kesiyor. Dönemin Bakanları Emrullah İşler ve Yalçın Akdoğan'ın arasında protokolde oturuyor. İ. Melih Gökçek ve Ahmet Misbah Demircan ile sohbet ediyor.... Olayın medyada yeralması bu görüntülerin de gündeme gelmesi demek. Sapık herifin medyaya düşen telefon görüşmesinde mağdure çocuğun babasına dediği gibi "kafirlere laf düşürmemek" lazım. Mevzuu bu aslında...
Bu olaylar yaşanırken sosyalmedyda bir yorum dikkatimi çekti. Paylaşım yapan kişi bu tür tarikatların ve sahte şeyhlerin ortaya çıkmasının nedenini 1924-1945 yılları arasındaki izlenen politikalara bağladı. Bu dönemde "dini alanlar daraltıldı, kadim tasavvuf ve tarikatları yasaklarken gayrisahih , hüdayinabit, silsilesi olmayan tarikat ve cemaatlere yol verildi" diyerek bugünkü bozukluğu da o cumhuriyetin kuruluş döneminde izlenen politikalara bağlıyordu.
Muhafazakar kesimde her olumsuzluğu Cumhuriyetin kuruluş dönemine ve CHP'ye atfetme hastalığı var. Bu düşüncede bunun yansımasından başka birşey değil.
Evet Cumhuriyetin kuruluş dönemi dini alanı daraltmıştır. Eyvallah da ortada o dönemde de sağlıklı bir dine alan yoktur ki. Silsilesi olan kadim tarikatlar dediği tarikatların neredeyse tamamında tarikat silsilesi "hanedan silsilesine" dönüşmüştür. Tarikatlar şeyhliğin babadan oğula, kardeşten kardeşe geçtiği yapılara dönüş. Halen öyle devam ediyor. Geçtiğimiz yıllarda bu konuda birkaç paylaşım yapmıştım diye hatırlıyorum. Teferruata girmeden kısaca tekrarlayayım.
Bayramoğlu ve Koç aileleri aile kökenlerini Hacı Bayram-ı Veli'ye bağlarlar. Bununla ilgili silsile bile yayınlamışlardır. Yine Abdullah Gül kendisini Şeyh Tennuri efendiye bağlayan bir soykütüğü paylaşmıştı. Her iki silsile de hatalıdır. Bayramoğlu-Koç Ailelerinin silsilesini Murat Bardakçı da bir yazısında kullandı. Silsiledeki hataları içeren bir yazı gönderdim ama bu konuda susmayı tercih etti. Bunun üzerine bu blokta 2 yazı yayınladım. Yazılar halen blokta yeralmaktadır.
Diğer yandan özellikle 18 ve 19.yüzyıllarda tarikatlara oldukça fazla sızma oldu. Başta sabetaistler olmak üzere pek çok dönme yapı bu tarikatlara nüfuz etti. Örnek mi? Selanik Mevlevi Şeyhi (Karakaş) İshak Dede ki aynı zamanda "Ogan" (Sabetaist dini lider) da olan bu kişi Sabetaizm ile Mevlevilik ritüellerini birlikte yaptırıyordu. Mübadele sonrası İzmir tarafına yerleşti orada şeyhliğe devam etti. Yine Selanikli Esad Dede. Kendisi Sabetaist Bezmen ailesine mensuptu ve dönemin Uşşaki Tarikatı şeyhine de Fatih medresesinde dersler vermişti.
Karakaşlar ağırlıklı olarak Mevlevilik'e meylederken Kapancılar Bektaşilik'e giriyordu. Her iki grup Üsküdar'daki Aziz Mahmut Hüdayi dergahına inşa aşamasında maddi destek veriyordu. Bir kısım Sabetaist Niyazi Mısri'den dolayı Melamilik'e intisap ediyordu. Sabetay Sevi ile Niyazi Mısri aynı dönemde yaşamışlar ve Sabetay Sevi'nin Edirne'de yargılandığı dönemde bir süre başbaşa sohbetler etmişlerdi. Batıda Sabetaistlerin yaptığı tarikata sızma işini doğuda Ermeni, Stavri, kromni, Rum, Pakraduni... dönmeler yapıyordu. Bu sebeple neredeyse tarikatların tamamı mecraından çıkmıştı. Cumhuriyet kurulurken ve tek parti döneminde 1 tarikat hariç tarikatlar yasaklanırken tarikat mensuplarının devlet içinde görev almalarına ses çıkarılmamıştı. 1924-1945 yılları arasında genelkurmay başkanlığı yapmış Fevzi Çakmak Arusi Tarikatına mensuptu. O dönemin Milli Eğitim Bakanı olan ve Serdengeçti'nin "Yüksek Vekaletin Alçak Vekiline" şeklinde hitabetine mazhar olan(!) Hasan Ali Yücel bir Mevlevi Şeyhiydi. Cumhuriyeti kuran bürokrasi kadrosunda pek çok tarikat şeyhi ve mürid yeralmıştı.
Tüm tarikatlar yasaklanırken dokunulmayan tek tarikat Kenan Rıfai ismini kullanan "Papyonlu Şeyh" Kenan Büyükaksoy'un 2.devre Rıfailik tarikatıydı. Tarikatların kapatılmasını "Hakk'ın Tasarrufu" olarak nitelendiren Selanik doğumlu dönme ve mason Kenan Rıfai'nin tarikatına ve dergahına dokunulmadı. Onun dergahından çıkan ve kadın şeyhler Nazlı hanım, Semiha Cemal, Semiha Ayverdi, Meşkûre Sargut ve Cemalnur Sargut üzerinden yürüyen tarikat bugün TRT de program yapmaktadır. TRT'ye çıkmaları AKP iktidarının ortalarına rastlar.
1924-1945 yılları arasındaki durumla ilgili paylaşımın bir kısmı doğru, bir kısmı eksik ve bir kısmı da hatalıdır. Tarikat kavramı bugün itibarıyla dinden ziyade sosyolojik bir olgudur ve kadim dönemlerden kalan tarikat kavramından kopmuştur. Geçmişteki tarikatlarla bugünkü tarikatlar arsında isim benzerliğinden başka bir ortak payda görünmüyor. Geçmişe bakıp bugünkü tarikatları savunmak pek mümkün değil. Yanmaz kefen , kaymaz nalın pazarlayan Cübbeli Ahmet'in Nakşıbendi Tarikatı(!)na kim Şah-ı Nakşıbendi'nin kurduğu tarikat diyebilir?

14 Temmuz 2020 Salı

Ayasofya : Kimin Zaferi ?

          Danıştay Ayasofya'nın "müzeye dönüştürülmesine dair 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal etti." Akabinde Cumhurbaşkanı bir Kararname yayınlayarak Ayasofya'nın Cami olarak kullanılması amacıyla Diyanet İşleri Başkanlığına devretti.

          Bu olayın görünen yüzü. Bir de görünmeyen yüzü var.

          Bu konu hakkında daha önce 10.06.2020 tarihinde “Ayasofya Üzerinden Mağduriyet Kasmak” isimli bir yazı yayınlamıştım. O yazıya ek olarak devam edelim.

          İtiraf edelim ki AKP yönetimi “Kazan ya da Kazan” üzerine tek ihtimalli bir sistem kurmuş. Biz ihtimal olarak Danıştay’ın önceki kararları istikametinde hüküm vereceğini ve AKP’nin buradan bir “mağduriyet” devşireceğini düşünerek yazıyı kaleme almıştık. AKP Yönetimi Mağduriyet devşirmek yerine –Danıştay 10.Dairesinin kararına da bağlı olarak- “Zafer Devşirdi.” AKP ,Danıştay’ın vereceği her karardan menfaat temin edeceği bir pozisyon almıştı. Burada ilginç olan Danıştay 10. Dairesinin Dava Daireleri Genel Kurulu Kararına rağmen görüş değiştirmiş olması. (Mevcut karar hoşumuza gitse de hukuki anlamda hukuk dışına çıkılmasını ve hukuk güvenliğinin yok edildiğini gösteren bir karar)

            Geçen yazımızda da belirtmiştik. Davayı Açan Sürekli Vakıflar, Tarihi Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneği.

           Davalı Kim?

           Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı. (2018 deki Kanun değişikliği öncesi TC Başbakanlığı) yani Cumhurbaşkanlığını temsilen Recep Tayyip Erdoğan. 

 

          10.06.2020 tarihli  yazımızda aynı Dernekçe, aynı amaçla, aynı Danıştay'ın , aynı dairesinde aynı kuruma (2018 e kadar Başbakanlık 2018 sonrası Cumhurbaşkanlığı) karşı davanın açıldığını ve davanın 2008 yılında reddedildiğini anlatmıştık.

          2008 yılında kendisine karşı dava açılan ve Danıştay'dan "Davanın Reddedilmesini isteyen ve davayı reddettiren kim? Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan. R. Tayyip Erdoğan'ın isteği ile reddedilen dava 2012 yılında Danıştay Dava Daireleri Genel Kurulunca Onanarak kesinleşiyor.

          Sürekli Vakıflar , Tarihi Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneği Tayyip Erdoğan'a karşı kaybettiği davadan sonra yılmıyor ve 31.08. 2016 tarihinde AKP 'nin iktidar olduğu ve başında başbakan olarak Binali Yıldırım'ın bulunduğu Başbakanlık'tan "Ayasofya'nın Cami olarak ibadete açılmasını" istiyor. Başbakanlık kendisine bağlı Vakıflar Genel Müdürlüğü aracılığıyla 19.10.2016 tarih ve 27882 sayılı yazıyla bu talebi reddetti.  


          Bu ret kararı üzerine Dernek Danıştay 10.Dairesinde  Binali Yıldırım'ın başında oturduğu Başbakanlık'a karşı davayı açtı.

(Karardan) DAVALI İDARENİN SAVUNMASI: "Davalı (Kapatılan) Başbakanlık tarafından, 1934 yılında yürürlüğe konulan Bakanlar Kurulu Kararına karşı yıllar sonra dava açılamayacağı, davanın süresinde olmadığı; davacının Başbakanlığa ve diğer kurumlara Ayasofya ile ilgili olarak zaman zaman başvurularda bulunduğu, davaya esas başvuru içeriğinin bir öncekinden farksız olduğu, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararının iptali hususunda muhtelif davalar açıldığı, yine aynı işleme karşı davacı tarafından daha önce açılan davanın reddedildiği ve bu kararın kesinleştiği, işlem hakkında kesin hüküm bulunduğu; Ayasofya Camii'nin 1470 tarihli Mehmed Han-ı Sanî Bin Murad Han-ı Sanî Vakfı vakfiyesinden olup tapunun 57 pafta, 57 ada, 7 parselinde “türbe, akaret, muvakkithane ve medreseyi müştemil Ayasofya’yı Kebir Camii Şerifi” olarak kayıtlı olduğu, sözkonusu Vakfın tüzel kişiliğe sahip bir mazbut vakıf olduğu ve Vakıflar Genel Müdürlüğünce temsil ve idare edildiği; Devlet idaresinin en yüksek karar organı olan Bakanlar Kurulunun idare alanında genel karar organı olduğu, Anayasa ve kanunlarla kendisine ayrıca ve açıkça yetki verilmemiş olsa bile, idare alanında “kanuna dayanmak” ve “Anayasaya ve kanunlara aykırı olmamak” şartıyla istediği her işlemi yapmak konusunda yetkili olduğu; Ayasofya’nın tahsis ve kullanım şeklinin değiştirilmesinin yürütmenin takdirinde olduğu, ulusal ve uluslararası koşullar ile içhukukumuz çerçevesinde Bakanlar Kurulunca bu konuda her zaman karar alınabileceği, Bakanlar Kurulu Kararında yer alan imzaların sahte olduğu iddiasının gerçeği yansıtmadığı öne sürülerek, davanın reddi gerektiği savunulmaktadır." şeklinde Davanın Reddini isteyen bir savunma yapıldı.   


          Bu savunmaya Başbakanlık kaldırılıp davalı koltuğuna Cumhurbaşkanlığı (Cumhurbaşkanı yani R. Tayyip Erdoğan) oturtulduğu zaman da aynen devam edildi. Sonuçta davanın kabulüne karar verildi.

          Davanın kazananı kim? Sürekli Vakıflar Tarihi Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneği.

          Davayı Kaybeden Kim? Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı.

          ...

          Ayasofya'yı ibadete R. Tayyip Erdoğan açtırmışsa;

1- 2002 yılında başlayıp 2008 yılında Ret ile biten davayı başbakan olarak niçin reddettirdi?

2- Derneğin 2016 yılında "Ayasofya camii olarak ibadete açılsın" talebini AKP hükümeti niçin reddeti ve olayı yargı sürecine taşıdı.

3- Dernek 2016 yılında dava açtığında Başbakanlık niçin "Davayı Kabul" etmedi?

4- AKP Hükümeti ve Partili Cumhurbaşkanı mahkemeden niçin "Davanın Reddine karar verilmesini istedi"? ve 4 yıl boyunca aynı savunmayı yaptı?

5- Ayasofya'yı ibadete , 2002 yılından beri başvuru yapıp davalar açarak hukuki süreç kovalayan ve sonunda davayı kazanan Sürekli Vakıflar Tarihi Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneği mi açtırdı? yoksa derneğin başvurularını reddedip, davanın Reddi yönünde savunma yapan ve davayı kaybeden AKP hükümeti ve partili Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan mı açtırdı?

6- Dava süreci bir yana Ayasofya'nın Müzeye dönüştürülmesine ilişkin tesis edilen Bakanlar Kurulu Kararını İdari İşlemin özelliğinden yola çıkarak AKP'nin iktidara geldiği Kasım 2002 den Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçildiği 2018 yılına kadar alınacak bir Bakanlar Kurulu Kararı ile niçin iptal etmediler? 2018 sonrası Bakanlar Kurulu  yerini Cumhurbaşkanlığı aldığından Ayasofya'yı bir Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile niçin cami olarak ibadete açmadılar?

7- İleri de hukuki bir sıkıntı yaşamamak ve ben açmadım Danıştay verdi kararı savunmasının arkasına saklanmak için mi hukuki süreç beklenildi?

8- Ayasofya’yı R. Tayyip Erdoğan ve AKP ibadete açmışsa 2002 yılından beri Ayasofya’nın ibadete açılması için koşturan, davalar açan Sürekli Vakıflar, Tarihe ve Çevreye hizmet Derneği ve bu derneğin 75 yaşındaki emekli öğretmen başkanı İsmail Kandemir ne yapmıştır?

10 Haziran 2020 Çarşamba

Ayasofya Üzerinden Mağduriyet Kasmak

Ayasofya konusunda yine oyun oynanıyor.

            Erdoğan geçen yıl Ayasofya'yı gündeme getirenleri "önce yanındaki Sultanahmet Camii'ni doldurun dedi. "Ayasofya'nın açılmasını isteyen "namussuzlar" var" diyerek hepimizi namussuz da ilan etti.

            Geçtiğimiz haftadan beri Ayasofya'nın açılacağını ima eden açıklamalar yapıyor. En son Danıştay'ın kararını beklediklerini söyledi.

İyi Parti dün TBMM'ye "Ayasofya'nın ibadete açılması" için araştırma önergesi verdi. Önerge'ye AKP "ret" oyu verirken MHP ve HDP çekimser oy kullandı. İyi Parti'nin Ayasofya önergesi reddedildi. AKP nin ret oyu kadar "Hdp ile aynı doğrultuda oy kullanmayız" diyen MHP'nin çekimser oyu vererek HDP ile aynı doğrultuda oy kullanmasıydı ilginç olan.

            AKP ret oyu verme gerekçesi olarak "Danıştay Kararı"mı beklediklerini ve açılmış bir dava olduğunu ileri sürdü.

             

             Danıştay’daki bu dava neyin nesidir sorusu geldi haliyle akıllara.

 

AKP'nin sonucunu beklediği bu dava kendi açtığı bir dava değil. Yani 3.bir kişinin açmış olduğu davanın sonucunu bekliyor AKP yönetimi.

Davayı bugün 75 yaşında Bursalı emekli bir öğretmenin başkanlığını yaptığı Sürekli Vakıflar Tarihi Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneği açmış. Dernek 2005 yılında Ayasofya'nın müzeye çevrilmesine ilişkin 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının iptali için İdari Yargıya başvurmuş. İdare Mahkemesi görevsizlikle davayı Danıştay'a yollamış. Danıştay 10.Dairesi 2008 yılında yapılan işlemde iptali gerektirecek bir hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle davayı reddetmiş. Karar 2012 yılında Danıştay Dava Daireleri Genel Kurulunca onanmış. Karar Düzeltme istemi de 2015 yılında reddedilmiş. Davacı bu karar üzerine Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yapmış. Anayasa Mahkemesi 2018 de bu başvuruyu reddetmiş ve hukuki süreç tamamlanmış.

Aynı dernek 2016 yılında Danıştay 10. Dairesine bir dava daha açmış. Bu kez hem Ayasofya'nın müzeye çevrilmesine ilişkin Bakanlar Kurulu kararının iptalini hem de Karardaki Atatürk'e ait imzanın sahte olup olmadığının araştırılmasını istemiş...

Dava bundan ibaret.

             Görünen o ki herşey Atatürk'ün Bakanlar Kurulu kararında bulunan imzasının "sahte" çıkmasına bağlı. Aksi takdirde Danıştay 10. Dairesi ve Dava Daireleri Genel Kurulunun görüş değiştirmesi için bir gerekçe görünmüyor.

Bu dava pek muhtemel reddedilecek.

...

Bu dönemde MHP ve Devlet Bahçeli'nin çıkışları da ilginç. Twitter hesabından "Ayasofya'dan çan sesi değil ezan sesi yükselecektir" şeklinde paylaşım yaptı. Oysa Ayasofya'dan 29 Mayıs 1453 ten bu güne çan sesi yükselmemişti. Yine 1991'de Ayasofya'nın içindeki Hünkar Kasrı bölümü ibadete açılmış ve o tarihten bugüne hem Ayasofya minarelerinden ezan sesi yükselmekte hem de vakit ve Cuma namazları kılınmakta. 

 ...

 Bu olayın bir boyutu. Diğer boyutu ise;

 Ayasofya 1934 te İdarenin (Bakanlar Kurulu) takdir yetkisinde olan bir tasarrufu ile müzeye dönüştürülmüştür. İdare her zaman takdir yetkisini kullanarak bu tasarrufundan dönebilir ya da farklı bir tasarrufta bulunabilir. Bunun için TBMM’de bir kanuni düzenleme yapılması ya da Cumhurbaşkanınca Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi yayınlanması ve “müze statüsünü iptal ettim cami olarak kullanılacak” demesi yeterlidir. Mevcut sistemde Cumhurbaşkanı bu problemi 10 dk da çözebilecek yetkiye sahiptir.

 ...

             AKP davanın reddedilmesini bekliyor hatta istiyor. Bir mağduriyet yaratılsın. Dava reddolacak ki Erdoğan "Danıştay'a, bilumum iç ve dıj güçlere rağmen" Ayasofya'yı açmış olsun.

...

Burada ilginç bir durum daha var. AKP Ayasofya'yı camiye çevirmeye çalıştığını iddia ederken iktidarda olduğu 18 yıl boyunca bir şey yapmamış. Yaptığı tek şey 2026 yılına kadar Ayasofya dahil 54 müze ve ören yerinin gişe işletmesini ihaleyle özel sektöre vermek. İhaleyi asıl sahipleri Yahudi kökenli olan İsviçre merkezli Sicpa isimli firmanın Türkiye ayağı olan Sicpa Turkey isimli firmaya vermiş. Sicpa Turkey'in başkanı ise bir dönem AKP MKYK üyeliği yapan Kürt Sabetaist Hasan Cüneyt Zapsu'nun asistanı ve AKP'nin milletvekili adayı olan Cavidan Gülşen Karanis Ekşioğlu. Bugün Ayasofya Cami olarak ibadete açılırsa bir de bu firmaya tazminat ödemek zorunda kalınacak. 

...

Elinde bu takdir yetkisi bulunan kişinin bu yetkiyi kullanmadan serdettiği her söz laf-ı güzaftır. Cumhurbaşkanınca 10 dk da çözülebilecek bir mevzu 1 aydır gündemi işgal etmektedir.

Durum mevcut haliyle bir PR çalışması ve seçim yatırımıdır...

 


3 Mayıs 2020 Pazar

S. Sevi'nin Nathan'ı , Hitler'in Goebbels'i Vardı. Peki Ya AKP'nin?

          Gershom Scholem'in Sabatay SEVİ Mesih mi? Sahte Peygamber mi? (Burak Yayınları 2001) kitabını yeni bitirdim.

          4. sayfadaki künyede kitabın ismi Sabbataı Sevi - The Mystical Messiah olarak yazılmış. Yine aynı sayfada kitabın 1973 yılında basılan İngilizce edisyonundan çevirildiği anlaşılıyor. Bu kitap 2001 baskı. İlgi çekmesi amacıyla ismi değiştirilerek yayınlanmış anlaşılan. Aynı İngilizce baskısından faydalanılarak kitap yanılmıyorsam 2010 ya da 2011 yılında Kabalcı Yayınevi tarafından "Sabetay Sevi- Mistik Mesih" adıyla yayınlanmıştı.

          Gershom Scholem'in orijinal kitabı 1000 sayfa. Kabalcı Yayınlarından çıkan kitap 845 sayfa civarındaydı. Çeviriden mi kısaldı yoksa birileri sansür mü uyguladı bilinmez. Burak Yayınlarından çıkan kitap ise 432 sayfa. Sizin anlayacağınız "kuşa dönmüş" kitap. Kabalcı Yayınlarının baskısı gerçekten çeviriden kaynaklanmış olabilir ama atıf yapılan sayfaların uyuşmaması insanın zihninde soru işaretleri oluşturuyor. Diyelim ki 655.sayfayı okuyorsunuz. Sayfada bir dipnot var. Dipnotta diyor ki ayrıntı için 875.sayfaya bakınız. Bakıyorsunuz 875. sayfa yok kitapta. Sonraki baskılarda düzelttiler mi? Bilmiyorum ama okumaya karar verirseniz yine de Kabalcı Yayınlarından çıkan edisyonu okuyunuz.

          Yayınevleri sansür yapar mı? Bu ülkede herşey olur.

          Türkiye'deki "kripto Yahudiler" konusunda en bilgili kişi Avram Galante'dir. Galante'nin "Pakraduniler" üzerine yazılmış bir kitabı vardır. Kitap İstanbul'da Fransızca olarak basılmış. 1933 yılında yapılan 4. baskısının fotokopisini gördüm. Kitap Türkiye'de hiçbir kütüphanede yok. Bugüne kadar da Türkçe'ye çevrilmemiş. Birkaç yıl önce Kürt kökenli Siyasal İslamcılara yakın bir sosyolog kitabın bir nüshasını (muhtemelen fotokopisi) elde etti ve kitabı çevirtti. Ancak iş baskı aşamasına gelince baskıdan vazgeçti. Sebebi sorulduğunda " Kitabın son bölümünde bir iddia var. Bu bölgedeki Araplarla ilgili. Bu kitaptan dolayı o Arapları gücendiremezdik. Töhmet altına bırakamazdık..." şeklinde oldu. Yine konuşmanın ilerleyen bölümünde "Gerçi Pakraduniler ciddi bir sorun. İslami Kesim içinde dahi" diyordu. Bu konuşmanın üzerinden yaklaşık 4 yıl geçti ve kitap halen basılmadı. Kabaca söylemek gerekirse Avram Galante kitabında Siirt'teki Arap kökenli bazı kişilerin aslında Pakraduni olduklarını yazmış anlaşılan. Emine Erdoğan ve ailesi Arap. Bununla birlikte geçmişte Emine Erdoğan'ın mensup olduğu "Gülbaran" ailesinin aslında Yahudi kökenden geldiği iddia edilmişti. Galante'nin kitabının yayınlanması halinde bu iddialar yine gündeme gelecek ve iş Tayyip Erdoğan'ın Pakraduni olduğu iddialarına kadar gidecekti. (ki daha önce Ergun Poyraz'ın kitaplarında bu tür iddialar yer almıştı) Bu sosyolog arkadaş bir anlamda bunun önüne geçmek için kitabı yayınlamaktan vazgeçti. Yani bir anlamda kitabın tamamına sansür uyguladı ve bastırmadı.

           Rizelilerle Siirtliler arasında yapılan evliliklere "dikkat" şeklinde küçük bir not düşelim buraya.

           Amacımız kitap tanıtmak değil elbette.

           Kitabı okurken sık sık günümüz Türkiyesi canlandı gözümün önünde. Sabetay Sevi'yi bu ülkede herkes bilir de (en azından ismen ve dönme olarak) arkasındaki gerçek gücün kim olduğunu kimse bilmez. Luriacı Kabalizmi , Gazzeli Benjamin Nathan Eskenazi'yi kimse duymamıştır. Ya da haksızlık etmeyelim çok az kişi duymuştur.

           Sabetay Sevi mesihtir. Gazzeli Nathan ise onun Peygamberi (İsrailoğullarındaki peygamber anlayışı İslam inancındaki Peygamber anlayışı ile aynı değildir. Scholem'e göre Sabetaist Hareketin doruğa ulaştığı dönemde sadece Kudüs'te 200 kadın peygamber vardır). Aslında sabetay Sevi'yi Sabetay Sevi'nin mesih olduğuna ikna eden kişi. Sadece Sabetay Sevi'yi değil tüm "meamin"leri ikna eden kişidir. Sabetay Sevi'nin mesihliğini açıkladığı 1665 Eylül'ünden bugüne kadar gerek Sabetay Sevi'nin gerekse sonradan oluşan Sabetaist Hareketin ideoloğu. Peygamberlik konusunda Nathan yalnız değildir. Sabetay Sevi'nin Nathan'dan başka yüzlerce peygamberi vardır.

           Gershom Scholem'e göre Sabetay Sevi psikolojik sorunları olan manik-depresif bir kişiliktir. Özellikle manik dönemlerinde hareketlerini ve sözlerini kontrol edememekte ve sürekli yanlışlar yapıp potlar kırmaktadır. Taraftarlarına ümit aşılamak için sürekli vaadlerde bulunmakta, kurtuluş tarihleri vermektedir. Verdiği tüm tarihlerin yanlış çıkması , kırdığı potların ya da yanlış anlaşılabilecek cümlelerin düzeltilmesi/tevil edilmesi , hareketin PR çalışmaları vs. başta Nathan olmak üzere çevresindeki peygamberlere düşmüştür. Nathan ve peygamberler hemen her yere mektuplar gönderip Yahudi cemaatlerini Sabetay Sevi'nin arkasında toplamaya çalışmış, yine bu mektuplarla yaptığı hatalara ilahi ve meşru anlamlar yüklemiş, davranışları, sözleri tevil etmişler ve ortaya toz pembe tablolar çizmişlerdir. Sabetay Sevi'yi takip eden takipçileri de (büyük oranda bu mektupların ve söylemlerin de etkisiyle) savunma mekanizmaları geliştirerek sabetay Sevi'nin söz ve davranışlarını , düşüncelerini aklileştirmiş ve meşrulaştırmışlardır. Öyle ki Sabetay Sevi her ne yaparsa yapsın yaptığı şey ilahi bir zemindedir ve davaya hizmet etmek için yapılmıştır. Öyle ki Sabetay Sevi'nin mesih olduğuna inanmayanlar kafir ilan edilmiştir.

          Şu son paragraf size de tanıdık geldi mi?

          Sabetay Sevi'nin Nathan'ı vardı , Hitler'in de Goebbels'i. Peki ya AKP'nin ?

          AKP'nin de "Pelikan"ı var. Hem de çoğunluğu Sabetay Sevi ekolünden gelen kişiler.

          AKP yandaşları üzerinden bir havuz medyası kurdu ve görsel ve yazılı medyayı neredeyse denetimi altına aldı. AB'nin yaptığı bir araştırmaya göre Türkiye'deki görsel ve yazılı medyanın %95'i doğrudan ya da dolaylı olarak iktidarın denetiminde. Geriye kalanda büyük oranda CHP'nin kontroünde. Ülkede bağımsız görsel ve yazılı medya organı yok. Bağımsız olan sadece sosyalmedya.

          AKP sosyalmedyayı da kontrol altına almak kamuoyunda "Pelikan" olarak adlandırılan bir yapı oluşturdu. Bu yapı bünyesindeki gazeteci ve yazarlarla görsel ve yazılı medyayı kontrol ederken sosyalmedyayı kontrol etmek içinde binlerce "trol" istihdam edip hesaplar açtırdı. Bu yapı ve troller üzerinden muhalifleri susturmaya çalışıyor. Bugüne kadar istenilen başarı elde edilememiş olmalı ki şimdi sosyalmedya etiği çalışması yapıp etik kurallar yayınlıyorlar. Parti yönetimi etik kuralları yayınlayadursun besledikleri trolleri sağa sola saldırıp küfür etmeye son hız devam ediyor. Bu arada da AKP'nin ortağı Devlet Bahçeli sosyalmedya hesaplarına ancak TC numarası ile girilebilmesi için bir düzenleme yapılmasını isteyerek sosyalmedyanın da bir anlamda iktidarın kontrolüne alınmasının yolunu açmaya çalışıyor.

           ...

          Sabetay Sevi din değiştirip Müslüman olduğunu(!) açıkladığında Yahudi Cemaatinde sıradan vatandaş olup da Sevi'ye iman eden pek çok kişi utancından günlerce evinden çıkamamış, bir kısmı da Batı Avrupa ve Lehistan'a kaçmıştı. Nathan, Sevi'nin avdeti(!)nden sonra 12 yıl daha, Peygamberliğe devam etti. Sevi'den 4 yıl sonra 1680'de Üsküp'te öldü ve oraya defnedildi. Mezarı Sabetaistlerin Hac ve ziyaret yaptığı bir yerdi. İkinci Dünya Savaşı'nda mezarlığa isabet eden bir bomba bu hac alanını yok etti. Sabetaistler S. Sevi'nin Müslüman olmasından(!) sonra hertürlü hakaret ve aşağılamaya aldırış etmeden hayatlarına devam etmişlerdi.

          Bu Pelikan taifesi utanmaz ve arlanmaz. Dedik ya Sabetaist ekolden geliyorlar diye...         

23 Nisan 2020 Perşembe

Kendini Kandırmak

Bugün 23 Nisan. Bu girişten "Neşe Doluyor İnsan" diyeceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz.

Türk Polis Teşkilatının 175.yılı , PTT'nin 180.yılı , Yargıtay'ın Kuruluşunun 152.yılı kutlanırken Meclisin açılışının 100.yılını kutlamak abes. İlk Meclis 1876'da açılmıştı. Yani 144 yıl önce. İkinci Meclis 1908 de. Kurtuluş savaşını veren 3. Meclis ise 1920 de. İlk iki meclisin açılışını es geçip sadece 3. meclisin açılışını kutlamak abes...

Pek çok açıdan Türkiye Cumhuriyeti Devleti Osmanlı Devleti'nin devamıydı. Osmanlı Devleti'de Anadolu Selçuklu Devleti'nin. Ama buradan yola çıkıp  ATSIZ'ın "Türk tarihinde 16 Devlet yoktur hepsi Tek devlettir" demek de mümkün değil.

İbn-i Haldun'un "Devletler de insanlar gibidir. Doğar , büyür ve ölür." dediği gibi tarih devletlerin ve milletlerin çöplüğüdür ve pek çok devlet ve millet tarih çöplüğünde yerini almıştır. Bundan sonra da almaya devam edecektir. Doğanın kanunu bu. Türkiye Cumhuriyeti de bir gün ölecektir. Mustafa Kemal ATATÜRK'ün "Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır" sözü temelinde bir temenniden ibarettir.

Aslolan "Millet"tir. Millet sağlıklı bir şekilde hayatta kaldığı sürece hem kendisi hem de devleti varolmaya devam edecektir.

Bugün millet hastadır ve ne yapması gerektiği konusunda bir fikir sahibi değildir. Vücudunda pek çok virüs ve bakteri vardır ve bu virüs ve bakteriler milleti zihni teşevvüşe uğratmıştır. Ve elan uğratmaya devam etmektedir.

Bir bakıyorsunuz ulusalcı olduğunu iddia eden kişi HDP'linin yanında. Türkiye Cumhuriyeti için "Faşist Devlet" ,Atatürk'ün kurduğu düzen için "Faşist Kemalist Düzen" deyip "kır gerillası" namıyla eline silah alıp dağa çıkan kişiler "Atatürkçü" olduğunu söyleyen kişilerin kahramanı olmuş. Ulusalcı, Atatürkçü olduğunu göğsünü gere gere söyleyen kişiler Ermeni Pakradun Hanedanının Tacını saklayan ve devlete başkaldıran kişiye sempati ile bakabiliyorlar. Ülkücü olduğunu sandığınız kişi Bülbülderesi mezarlığının Kapancılar bölümüne defnediliyor. Milliyetçiyim diyen adam "Biz her türlü milliyetçiliği ayaklar altına aldık" diyen adama toz kondurmuyor. Müslüman sandığınız kişi Ermeni/Gürcü Pakradun çıkıyor. Dini değerlerle makara geçiyor. İnsanlardaki din algısını ve değerleri yozlaştırıyor. Müslüman Türk olduğunu söyleyen kişiler bu kişileri ölümüne savunup laf söyletmiyor. İslama hizmet ettiğini sandığı kişinin bu topraklarda İslam'ı bitirdiğinin farkında değil.

Kafalar karman çorman. Çelişki çelişki büyüyen bir karmaşa. Bu karmaşık durum insanı yoruyor. Enerjisini boşa harcatıyor. Bu karmaşa ve karmaşanın getirdiği kısır siyasi çekişmeler her şeyin önünde yer alıyor ve akl-ı selimi öldürüyor. Deli tavuklar misali kendi eksenimiz etrafında dönüp duruyoruz. Bir yerde durmamız ve kenara çekilip "biz ne yapıyoruz?" dememiz lazım.

Devlet bu kurulur, yıkılır. Tekrar kurulur. Allah "millete" zeval vermesin. Milleti korumanın yolu da virüslerden bakterilerden temizlemek. Etnik, dini, siyasi münafikun tayfasından kurtulmak lazım. Bir taraftan Atatürkçü olduğununu söylerken diğer taraftan Atatürk'ün kurduğu sistemi "Faşist Kemalist Düzen" diye eleştiren insanları "kahraman" olarak kabul etmek, bir taraftan Akp iktidarını destekleyip "Devlet"i koruyup kolladığını söylerken diğer taraftan ayaklanıp devlete silah çeken Kürtçü Azadi Derneği üyesi Şeyh Sait güzellemesi yapmak. "Payitaht Abdülhamid" izleyip Enver, Cemal ve Talat paşalar için "Üç Beyinsiz" sıfatını terennüm ederken onların liderliğinde kazanılan Çanakkale ve  Kut'ul Amare Zaferleri ile  öykünmek. Tek Devlet, Tek vatan , tek bayrak , tek millet derken "Kürt Haklarından" dem vurup çözüm sürecine omuz vermek...

Önce bir kendimizi sorgulamak ve düşünce dünyamıza  bir reset atmak gerekiyor galiba...
...

Bu ülkenin en büyük sorunu "kripto gayrimüslim" sorunudur. O sorun çözülmeden hiçbir meselesi çözülmez. O problemin çözüldüğü güne kadar 23 Nisan kutlamak, güçlü devletten bahsetmek , dünyanın bizi kıskandığını sanmak... 1989 da Sovyet Rusya dağılırken kızıl Ordu'nun Kızıl Meydan'da resmi geçit yaparak güç(!) gösterisinde bulunmasından başka bir anlam taşımaz. 

Kendimizi kandırmayalım.

26 Mart 2020 Perşembe

Korona İle İmtihanımız 2

Günlerdir korona virüsünün yayılmasının engellenmesi amacıyla "Sokağa çıkma yasağı" uygulanması talep ediliyor bazı kesimlerce. 

Ve iktidar sokağa çıkma yasağı uygulamasına Sağlık Bakanı Fahrettin Koca'nın "Herkes kendi Ohal'ini ilan etsin" diyerek bir süre daha geçmeyeceğini gösterdi.

İktisat profesörü Özgür Demirtaş "Bir ülkenin sokağa çıkma yasağı ilan edebilmesi için: O Ülkenin Hazinesinin: Evde kalacak insanların, elektrik parasını, su parasını, kirasını, gıdasını ve maaşını ödeyecek parasının olması lazım ..." diyerek Türkiye'nin içinde bulunduğu durum sebebiyle sokağa çıkma yasağı uygulanmasının mümkün olmadığını belirtti.

Hazine 11 Mart'ta 7.7 Milyar ₺ , 23 Mart'ta da 4.8 Milyar ₺ borçlandı.

Devletin kefen parası olarak adlandırılan ihtiyat akçeleri  daha önce kullanılmıştı. Bir kısmı daha önce kamu bankalarına aktarılan İşsizlik fonundan elde kalan ne varsa kullanılabilecek para o. Ancak virüs salgını sebebiyle işsiz kalacak olanların işsizlik fonuna yükleneceği bilindiğinden orada kalana (varsa) bu süreçte dokunamıyorlar. Yıllardır Türkiye'yi yiyen neredeyse ülkenin tapusunu üzerine yapacağımız Limak, Kolin, Cengiz gibi yandaş firmalar bile krizi bahane ederek işçi çıkarmaya, çalışanları ücretsiz izne yollamaya başladı. (Sağlık Bakanının Medipol grubu da aynı şeyi yaptı.) Büyük firmalar böyle yaparken küçük ve orta ölçekli işletmelerin ne kadar işçi çıkaracağını siz düşünün.

Bütçe açığı var. Gelirler giderleri karşılamıyor. Başlandı karşılıksız para basımına. Kamu bankaları kriz paketi açıklıyor ya o paketlerin kaynağı basılan karşılıksız para.

Ekonominin pamuk ipliğine bağlı olduğu böyle bir dönemde geçilecek bir sokağa çıkma yasağı uygulaması ekonominin çökmesi demek. Aslında çökmüş ekonomide durumun anlaşılması demek.

Sözü uzatmaya gerek yok. Bitik ekonomi ile böyle bir krize yakalanınca iktidar virüse karşı gerekli tedbirleri almadı/alamadı. Elindeki medya gücünü kullanarak çalışıyormuş imajı oluşturdu. Ama virüsün yurda girişi ile makyajlar akmaya başladı.

Bakan bey akşam 32 bin yeni sağlık personeli ataması yapılacağını söyledi. O 32 bin kişinin ataması, güvenlik soruşturmalarının tamamlanması vs. birkaç ayı bulur. 6 ay önce ortaya çıkan ve gelmekte olan bir virüsü gören iktidarın 3 ay önce bu atamayı yapmış olması ve bugün itibariyla sağlık personelini işe başlatması gerekirdi.

Tanı kiti de yeni alındı. Bakanın açıklamasında belirttiği gibi tanı kitinin 50 bin tanesi Pazartesi geldi. 300 bini bugünden için gelecekti.

İstanbul'da 30'un üzerinde Aile Sağlığı Merkezi doktoru ve çalışanına korona virüsü bulaşmış durumda. Hastalık bulaştığı için tecrit edilerek tedavisine başlanan uzman doktorlar var. 33 yaşındaki bir bayan hemşire korona virüsünden dolayı öldü. Doktorlar ve sağlık çalışanları kendilerini koruyamazken vatandaşın korunmasını ve tedavisini nasıl sağlayacak?

Anadolu'da Aile Sağlığı Merkezinde doktor olarak çalışan bir pratisyen hekim arkadaşımız bakanlığın kendilerine son kullanma tarihi geçmiş dezenfektan, maske , eldiven ve sarf malzemesi verdiğini yazdı. Bu malzemelerin yenileri şuan piyasada  bulunamadığı için dışardan tedarik edilemediğini ve kullanmak zorunda kaldıklarını da belirtti. Sözkonusu ürünlerin son kullanma tarihi 2012 idi.

Yine bir taraftan içeride son kullanma tarihi geçmiş malzemeler hastane ve Aile Sağlığı Merkezlerine dağıtılırken diğer yandan iktidarımız Mart ayı içinde İran'a 1000 tanı kiti, 4715 koruyucu tulum, 20 bin önlük 2004 gözlük, 4000 adet N95 maske ve 78 bin üç katlı maske gönderdi. Bu dönemde Kuzey Irak Bölgesel Yönetimine 30 Bin Maske ve 475 koli gıda gönderdi. Aynı günlerde Bulgaristan'a da 50 Bin Maske, 100 Bin Koruyucu Tulum ve 100 Bin gözlük gönderilecekti.

Dışarıya var ama içeriye yok. İktidar "Mahalleliye karşı bonkör olup eşi ve çocuklarından herşeyi esirgeyen aile babası" gibi.

Diğer yandan Bakanlıkta çalışan bir tanıdığım virüsün gelme ihtimalinin belirmesi üzerine bakanlık olarak tüm hastanalere yazılar yazılarak elde olan malzemeler ile ihtiyaçların bildirilmesinin istendiğini, yazıya verilen cevaplara göre eldeki maske, dezenfektan , eldiven gibi malzemelerin Mart sonuna kadar yeteceğinin hesaplandığını , Mart sonunda da ihale ile dışardan tedarik edilmesine karar verildiğini söyledi. Bu çalışmadan 1 hafta sonra hastanelerden dezefektan , maske ve eldiven istendiğini sebebini araştırdıklarında hastanede çalışan görevlilerin bir kısmının sözkonusu malzemeyi çantalarına koyarak evlerine ve yakınlarına götürdüğünü , bazı görevlilerin ise sözkonusu malzemeleri hastaneden alarak piyasada sattıklarını ve Mart sonuna kadar yeteceği hesaplanan malzemelerin yağmalanması sebebiyle 1 hafta içinde tükendiğini belirtti.

Durum gösteriyor ki hastanelerde personel için koruyucu malzeme yok. Devlette bu malzemeleri alacak , vatandaşta da devleti finanse edecek para yok.

Hastahanesine koruyucu malzeme alamayan iktidarın vatandaşın elektrik , suyu, doğalgaz faturalarını ödeyebileceğini düşünüyor musunuz? O sebeple sokağa çıkma yasağı uygulamasına kolay kolay geçilmez.

Sağlık Bakanı "herkes kendi Ohal'ini ilan etsin" derken "Devlet ancak bu kadar yapabiliyor , hepiniz başınızın çaresine bakın" diyordu aslında.

Tam da bu aşamada Kanal İstanbul ile ilgili ihaleler gündeme geldi. Bugün Kanal İstanbul havzasında bulunan iki tarihi köprünün taşınması ile ilgili ilk ihaleler yapıldı.

Tam bir "ayranı yok içmeye..." durumu.

Allah cümlemizin yardımcısı olsun...    

17 Mart 2020 Salı

Korona / Karantina İle İmtihanımız

Traji-komik bir olay.

Hatta ondan da öte.

Ankara’da Ali P. İsimli bir vatandaş geçtiğimiz hafta umreden dönmüş. Ali P. Gece uyurken komşulardan biri Ali P. ‘nin daire kapısına kilit vurup dışarı çıkmasını engelleyerek kendince Ali P.’ye karantina uygulamış. Sabah uyanıp markete gitmek isteyen Ali P. kapıyı açamamış. Komşularını arayan Ali P.  kendisine karantina uygulamak amacıyla kapının üzerine kilitlendiğini öğrenince hem polis çağırmış hem de çilingir. Yardım istediği komşular da kapıya kilit vuran diğer komşuya destek çıkmış. Ali P. artık bu apartmanda oturmak istemediğini beyanla “en kısa sürede evi satıp başka bir yere taşınacağım” demiş.

Adam 1 hafta önce Umreden gelmiş evinde yatıyor. Hastalığın kuluçka süresi 14 gün. Geldiğinde karantinaya alınması gereken kişi karantinaya alınmamış. Teste tabi tutulmamış. (Tutulmamış diyoruz çünkü bugüne kadar teste tabi tutulan kişi sayısı toplam 8500. Bu da teste tabi tutulma ihtimalini neredeyse sıfırlıyor) Bu adam 1 haftada kaç kişiyle oturdu, konuştu, sarıldı, öpüştü kendi bile bilmiyordur.

Bu sadece umrecilerle alakalı bir durum değil. Avrupa'dan , Amerika'dan , Uzakdoğu'dan gelenler için de geçerli. Umreciler gözönde olduğu için dikkat çekiyor. Şeyma Subaşı ve İtalyan sevgilisi, Kenan Doğulu ve Beren Saat…  gibi insanlar da geçtiğimiz hafta yurtdışından geldiler ama karantina filan hak getire.

Panik yok ama karmaşa var, umursamazlık var.

Umreden dönen son kafilenin hangi tarihte ve hangi güzergahtan geleceği belli olmasına rağmen nerede karantinaya alınacağı programlanmamış. Son anda Ankara'da KYK yurtlarında karantinaya alınmasına karar veriliyor. Gece saat 03.00 da yurt apar topar boşaltılıyor. Eşyalarını , yataklarını bile toplayamayan öğrenciler sokakta. Bir taraftan tatile çıkmayın, dolaşmayın, şehirlerarası yolculuk yapmayın diye insanlar uyarılırken diğer taraftan gecenin saat 03.00’ında yol parası olup olmadığı bilinmeyen, bilet bulup bulamayacağı  belli olmayan öğrencilere memleketinize gidin deniliyor. Düzenlenmemiş, temizliği yapılmamış, hijyeni sağlanmamış yurda umreci vatandaşlar yerleştirilmiş. Umreciler durumdan rahatsız. Gece sokağa bırakılan öğrenciler durumdan rahatsız. 

Bazı umreciler memleketleri Erzurum'a gitmek için karantinadan kaçıp özel otobüs tuttu. 28 kişilik bu grup Çorum'da yakalandı. İçlerinde hasta var mı? ve yolda kaç kişi ile temas ettiler belli değil. Yine ferdi olarak kaçan bazı umrecilerin Erzurum'a ulaştığı bilgisini Erzurum Valisi yaptığı basın açıklamasında dile getirdi.


Karantinadan çıkmak isteyen bazı umrecilerle polis arasında gerginlik ve itiş-kakış yaşandı. Bir umreci kızdığı polis memurunun üzerine "ben hastaysam sen de hasta ol" diyerek birkaç kez tükürdü.


Bu olayın bir yönü.

Sosyalmedyada izlediğim videolarda da karantina mantığına aykırı durumlar var. Bir yemek kuyruğu gördüm. Sanırsın hastalık bulaşsın diye insanlar oraya özellikle kapatılmış gibi. Bu uygulamanın yapıldığı toplulukta 1 kişi hasta ise 14 günün sonunda oradakilerin tamamı hasta olur. Hatta hastalık bulaşanlardan kuluçka döneminde olanlar sağlam diye memleketlerine bile gönderilir. Bu insanlar toplumdan tecrit edildikleri gibi birbirlerinden de tecrit edilmeliydi. Mümkün olduğunca küçük gruplara ayrılmalı ve yine mümkün olduğunca bir araya gelmeleri engellenmeliydi.

Yurtdışından gelen vatandaşlar Ankara'da, İstanbul'da uçaktan inip iç hatlara aktarma yapıyor. Burada iç hat yolcusu ile karışarak memleketine gidiyor.

İngiltere'den uçuşlar yasaklanmadığı için Türkiye'ye gelmek isteyen taşıyıcı (henüz kuluçka dönemindeki) bir İtalyan, Fransız, Alman bir kaç yüz avro masraf yapıp İngiltere'ye geçip oradan doğrudan uçuşla ülkemize girdi. İngiltere'den uçuşlar dün alınan kararla yasaklandı ve bu sabah saat 08.00 itibariyle yürürlüğe girdi.

Bugün Türkiye'de virüse rastlanmasının 7.günü. Bu 7 gün içerisinde uçuş yasağı konmayan ülkelerden (Umreciler hariç) kaç kişi yurda giriş yaptı? Kaçına test yapıldı? Kaçı karantinaya alındı?

Hepsi birer muamma

Kimseyi suçlamak istemiyorum.

Kimsenin yaptığını inkar etme derdinde de değilim.

Ama ortada ters giden birşeyler var.

Görünen o ki.

"-mış gibi" yapılıyor. Sosyalmedya ve toplumsal tepki bazlı hareket ediliyor. 21 Bin umreciden ve yurtdışından gelen sayısını bilmediğimiz diğer yolculardan oluşan tepkiler sonrası sadece 5300 tanesi (o da umreci) karantinaya alındı. Karantina da plansız programsız ve mantığa aykırı şekilde uygulanıyor. Tepkiler birkaç gün daha gecikse bu 5300 kişi de memleketine gidecek ve yakınları ile öpüşüp koklaşacaktı. 

Bir diğer taraftan bu 5.300 kişi umreden değilde doğu-batı farketmeksizin herhangi bir ülkeden gelse bu kadar tepki çekmez ve karantina da uygulanmazdı. 

Sosyalmedya ve toplumsal tepkilere göre hareket edildiği için vatandaş sanıyor ki çok iyi çalışılıyor. Çok sıkı önlemler alınıyor.

Tepkiler oluşunca karar almak belki çalışılıyor imajı oluşturuyor ama gecikmeye de sebep oluyor.

Diğer taraftan alınan kararların uygulanması tam bir fecaat. KYK yurdunda karantinadaki umrecilere yemek dağıtımını bile beceremiyoruz.

Gerisini siz düşünün…

...

Vatandaş vatandaşa karşı kendi tedbirini almaya kalkmış. Yakında kavga edenleri, dövülenleri, -belki öldürülenleri- de göreceğiz bu gidişle...

Herkes kendi tedbirini almalı ama bazı konularda devlet vatandaşı , paranoyaya sevk ile vatandaşa karşı , tedbir almak zorunda bırakmamalı...