16 Ekim 2018 Salı

Siyaset , Spor, Yolsuzluk : Futbol Sadece Futbol Değildir...


Ankara Büyükşehir Belediyesinin yeni başkanı Mustafa Tuna geçenlerde katıldığı bir programda dile getirdiği ve sonrasında da tweeter hesabından yaptığı paylaşımla kendisinin Belediye başkanı olmasından sonra belediyenin hafriyat gelirinin aylık 30 bin liradan 15 milyon liraya çıktığını açıklayınca eski başkan İ. Melih Gökçek kendini savunmak için aşağıdaki açıklamayı yaptı sosyalmedya hesabından.

 ...
5- ÖNCE ŞUNU BELİRTMEK İSTERİM, HAFRİYAT İŞİ BELEDİYE TARAFINDAN ANFA'YA İHALE EDİLMİŞ, ANFA'DA İŞİ YILLIK 1.320.000 TL'DEN OSMANLISPOR'A İHALE ETMİŞTİR...OSMANLISPOR'DA İŞLETME İŞİNİ BİR ALT FİRMAYA YAPTIRMIŞTIR.

6- OSMANLISPOR'A YILLIK NE KADAR GELİRLERİ OLDUĞUNU SORDUM...
YILLIK 5.000.000 (1.320.000 ANFA kirası bunun içinden veriliyor) CİVARINDA OLDUĞUNU SÖYLEDİLER...BU PARA OSMANLISPOR'DA WEBO'YA VERİLEN BİR YILLIK OYNAMA BEDELİ...

7- SPOR İÇİN SN CUMHURBAŞKANIMIZIN VE HÜKÜMETİMİZİN TAKIMLARA VERDİĞİ DESTEK ORTADA İKEN OSMANLISPOR'A İHALE KARŞILIĞI BİR YERDEN 5 MİLYON GELMESİ ÇOK NORMAL BİR OLAYDIR.
OSMANLISPOR'A BUNUN HARİCİNDE ANKARA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİNDEN TEK KURUŞ BAĞIŞ YAPILMAMIŞTIR.

8-BUNA KARŞILIK BENİM SON DÖNEMİMDE ANKARAGÜCÜ SPOR KULÜBÜNE,
BELEDİYE VE BAĞLI ŞİRKET BÜTÇELERİNDEN 10 MİLYON TL YARDIM YAPILMIŞTIR...
HİÇ KİMSE DE BU YARDIM NİYE YAPILDI DEMEMİŞTİR...
SN TUNA'DA ANKARAGÜCÜ'NE YARDIMI DEVAM ETTİRMİŞTİR...
...
(imla hataları İ. Melih Gökçek'e aittir. Metinde düzeltme yapılmamıştır)
Buradaki 5,6,7,8 rakamları atılan 30 küsür tweetten oluşan tweet dizisi içinde tweetlerin sırası. Dizinin sonralarında Melih Gökçek'in Mustafa Tuna'ya hitaben "ben de bildiklerimi açıklarsam insan yüzüne çıkamazsan" şeklinde tehditleri de var.

Sistem hep aynı şekilde işliyor. Belediye ya da bir kamu kuruluşu ihaleyi diyelim ki 100  ₺  ye bir firmaya veriyor. Tabii bu firma ticaretle uğraşan herhangi bir firma değil. Kendileri ile irtibatlı bir firma. İhaleyi alan firma hiçbir iş yapmadan 90  ₺  ye bir alt yükleniciye veriyor. İhaleyi 90  ₺  ye alan altyüklenici de 80  ₺  ye hiçbir iş yapmadan başka bir altyükleniciye devrediyor. O da 70  ₺  ye bir başka altyükleniciye veriyor. 70  ₺  ye alan da 60  ₺  ye bir başkasına.

İhaleyi 60  ₺  ye alan son altyüklenici işi yapmaya koyuluyor. Ancak ihalenin gerçek maliyeti 60  ₺  zaten. Bu sefer kar elde etmek için başlıyor malzemeden, işçilikten çalmaya. Çalma işini ne kadar iyi başarabilirse o da kadar çok kar elde ediyor. İhale ile yapılması gereken iş yapılmış oluyor ancak ortaya ucube şeyler çıkıyor sonuçta. Tabii kamu kuruluşu ya da belediye maksimum 65-70  ₺  ye yaptıracağı işi 100  ₺  ye yaptırarak zarar ediyor. Yandaşlarda sırasıyla hiçbir iş yapmadan para kazanıyor. Aslında kamu kaynakları bu şekilde yandaşlara aktarılıyor.   

Bu olayda da aynı durum ama bu kez tersinden yapılıyor.  Ankara Büyükşehir Belediyesi para kazanıyor, Anfa kazanıyor, Bir spor kulübü olan ve iştigal alanında inşaat/taahhüt işi bulunmayan Osmanlıspor kazanıyor, son taşeron kazanıyor ama millet ve kamu kaybediyor. Tamamı Büyükşehir Belediyesinin kasasına girmesi gereken para sırasıyla Anfa, Osmanlıspor ve diğer taşeronlar arasında paylaştırılıyor.

Burada Osmanlıspor kulübünün kurucusu ve başkanının İ. Melih Gökçek'in oğlu Ahmet Gökçek olduğunu hatırlatalım.

Ankara Büyükşehir Belediyesi Ankara'nın "hafriyat" işini 2014 yılında aylık 30 bin ₺ bedelle 29 yıllığına Anfa isimli bir firmaya ihale ile etmiş.

Dönemin MHP Ankara il başkanının iddiasına göre Ankara'nın hafriyat işi yıllık 150-200 milyon ₺ tutarlı bir iş. Şimdiki belediye başkanı Mustafa Tuna'da aylık hafriyat gelirinin 15 milyon ₺ olduğunu söylüyor ki MHP il başkanının iddiası (15 Milyon  ₺ x12=180 Milyon  ₺ ) ile tutarlı.

Ankara Büyükşehir Belediyesi bu hafriyat işinden yılda minimum 150 milyon ₺ kazanması gerekirken yapılan ihale sonrası ancak 360 bin ₺ kazanıyor.

İhaleyi alan Anfa ihaleyi altyüklenici olarak Ahmet Gökçek'in Osmanlıspor'una devrediyor. İştigal alanında kamu ihalesi almak ve taahhüt işi bulunmayan Osmanlıspor'a. Anfa'nın yaptığı tek şey bir ihaleyi alırken ve bir de devrederken imza atmak. M. Gökçek'in tweetlerde yeralan beyanına göre Anfa firması devir karşılığında her yıl için yıllık 1 milyon 320 bin ₺ alıyor. Ankara Büyükşehir Belediyesine ödenen 360 bin ₺ düşülünce yıllık net 960 bin ₺ kazanıyor Anfa. Bunu 29 yıl üzerinden hesaplarsanız sözleşme bitiminde Anfa'nın kazancı 27 Milyon 840 Bin ₺ olacak.

Ahmet GÖKÇEK'in Osmanlıspor'u yıllık 1 milyon 320 bin ₺ ye Anfa'dan aldığı ihaleyi yıllık 5 milyon ₺ bedelle bir başka altyükleniciye devrediyor. Bu durumda Osmanlıspor'un yıllık net kazancı 3.680 bin ₺ oluyor. 

Arada başka altyüklenici var mı? Bilinmiyor Ancak işin bu kadarlık kısmından çıkan sonuç
Ankara Büyükşehir Belediyesi yıllık 360 bin ₺ kazanırken sadece evrak üzerinde iş yapan
Anfa yıllık 960 Bin  ₺ ile  Ankara Büyükşehir Belediyesinin 2,5 katı
Osmanlıspor'da Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin 10 katı para kazanmış oluyor...

Gökçek'in açıklamasından öğreniyoruz ki Belediye kaynaklarından Ankaragücü Spor kulübüne 10 milyon ₺ aktarılmış. Yine bu yıl içerisinde kayyum atanan bir firmadan Ankaragücü Kulübüne 2 milyon ₺ gönderilmiş Ankara'daki yetkililerin isteği üzerine.

Spor kulüplerinin çoğu dernek ya da şirket statüsünde. Kanunen bu yapılara kamudan kaynak aktarılması mümkün değil. Ancak siyasetçiler kulüpleri hem birer oy deposu olarak gördüklerinden hem de yandaşlara kaynak aktarmanın bir yolu olarak gördüklerinden sürekli irtibat halindeler ve kaynak kullanmalarına müsaade ediyorlar. Aslında kaynağın aktarıldığı yapılar spor kulüpleri de değil. Kaynak spor kulüpleri üzerinden kulüp yöneticilerine aktarılıyor. 

Mustafa TUNA'nın bu açıklamalardan sonra konu ile ilgili yeni açıklamalar yapmasını bekledik ama yukarıdan bir el susun işareti yapmış olmalı ki gerek TUNA gerekse GÖKÇEK bu noktadan sonra susmayı tercih ettiler. Gerekçe aynıydı. Partileri ve davaları zarar görmesin. Kamunun, Milletin, Devletin zararı umurlarında değil...

Yüzlerce Belediye Kulübü var. Belediyenin sporla, kulüple ne işi olur? diye sorabilirsiniz. Birileri çıkıp memleketin kulübüne sahip çıkıyor diyebilir ancak olay bu kadar masum değil.

Bir başka örnek üzerinden devam edelim.

Bugün Başakşehirspor Kulübü diye Türkiye Süper Liginde son birkaç yıldır şampiyonluğa oynayan bir kulüp var. Başakşehir Spor Kulübü İstanbul Büyükşehir Belediyespor ismi ile kurulmuş ve uzun yıllar İstanbul Büyükşehir Belediyesinin kaynaklarını kullanarak mücadele etmişti. Kulüp 2014 yılında yeniden Süper Lige çıkarken belediye bünyesinden ayrılıp ismini değiştirerek Başakşehir yaptı. Bu arada belediyeye ait kulübün tüm hakları ve malvarlığı 7 milyon  sermayeli İstanbul Başakşehir Futbol Kulübü A.Ş. olan özel bir şirkete devredildi.Şirketin yönetim kurulu Başkanı aynı zamanda kulübün de başkanı olan Göksel GÜMÜŞDAĞ. Göksel GÜMÜŞDAĞ Emine ERDOĞAN'ın yeğeninin kocası. Aileden yani. Klasik bir damat vakıası daha. Göksel bey aynı zamanda Büyükşehir Belediye Başkan Yardımcısı. Şirketin hissedarları kimler mi? Tabii ki Göksel GÜMÜŞDAĞ, bugünün Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, Akparti Belediye Meclis üyesi Mustafa Saral, Doğa Şirketler Grubundan Ömer Faruk Ayvacı, Çayeli Vakfı Yönetim kurulu üyesi ve Aila Gayrimenkulün ortaklarından Mahmut Volkan Sarıhan,  Mesut Altan, Başakşehir Belediyesi AKP meclis üyesi Kağan Şahin. 

Kamu kaynakları ile oluşturulan kulübün devri karşılığında Büyükşehir Belediyesine ne kadar ödeme yapıldığını bir araştırın bakalım ne bulacaksınız?

Hiçbirşey diyebiliriz.

Göksel GÜMÜŞDAĞ ödeme yapıldığını söylüyor ve diyor ki: "Çok saygın bir uluslararası kuruluşa değerlemesini yaptırdık, hiçbir mal varlığı olmamasına rağmen aktif-pasif bütün borçlarıyla birlikte o günün parasıyla 16 milyon 550 bin TL civarında, kurduğumuz şirket o parayı İstanbul Büyükşehir Belediye Spor Kulübü Derneğine ödedi. Derneğe ödemişler. Ödemenin net tarihi verilmemiş. Bu sebeple dernek başkanı kim tam bilmiyoruz. Ancak 2011 den 1 Temmuz 2014'e kadar İstanbul Büyükşehir Belediyespor Derneği Başkanı bugün Başakşehir Futbol A.Ş'nin yönetim kurulu Başkan Yardımcısı olan Çağatay KALKANCI. 1 Temmuz'da yapılan Genel Kurul ile Dernek Başkanlığına sosyalmedyada "yeliz" olarak bilinen , Recep Tayyip Erdoğan'ın 20 yıl şoförlüğünü yaptıktan sonra AKP milletvekili seçilen, Ahmet Hamdi ÇAMLI seçilmiş. Ahmet Hamdi ÇAMLI 1 Kasım 2015 te Milletvekili seçilmesi üzerine dernek başkanlığından ayrılmak durumunda kalmış. Yani ödemenin yapıldığını iddia ettikleri dönemde dernek başkanı ya bugün Başakşehir Futbol A.Ş. nin yönetim kurulu başkan vekili ve İBB Genel Sekreter yardımcısı olan Çağatay Kalkancı ya da AKP milletvekili ve RTE'nin eski şoförü Ahmet Hamdi Çamlı idi. 

Hiçbir malvarlığı olmayan kulübün değeri ise 16 milyon 550 Bin lira çıkmış yapılan değerlemede. Ya malvarlığı yok sözü yalan ya da Gümüşdağ ve arkadaşları malvarlığı olmayan bir kulübe 16 Milyon 550 Bin lira gömmüşler. Bu insanlar akıllı insanlardır kuru kuruya 16 Milyon 550 Bin lirayı bir yere gömmezler.  Kulüp o yıl Süper Lige çıkmıştı. TFF Süper lige çıkan takımlara her yıl değişik tutarlarda "katılım parası" ya da halk arasındaki tabiriyle "ayak bastı" parası ödüyor. 2014 yılındaki ayak bastı parası tutarı 12 Milyon 500 Bin liraymış. Bu para hangi kasaya gitti acaba?

Hiçbir malvarlığı olmadığı iddia edilen kulubün kadrosunda 2013-2014 sezonu başlarken yani satışın gerçekleştiği günlerde 39 futbolcu vardır ve bu futbolcuların bonservis değerleri toplamı 22 Milyon 250 Bin Euro'dur. Bu takım kamudan aktarılan paralarla kurulmuştur. Bir sonraki sezon takımda 33 futbolcu vardır ve takımın bonservis değerleri toplamı tam 38 Milyon 450 Bin Euro'ya çıkmıştır.

7 Ortak eşit pay sahibi olmak üzere 7 Milyon ₺ sermaye ile Haziran 2014 te şirket kurar. Kurulan şirket hemen akabinde sermayesinin 2 katından fazla bir bedel olan 16 Milyon 550 Bin ₺ yi ödeyerek kulübü satın alır. İddia bu. Oysa her ortak sermaye payının 1/4 ünü nakden ödemiş geri kalan 3/4 payları da yönetim kurulunun alacağı karara göre 24 ay içerisinde ödemeyi taahhüt etmişler. Yani kasada 7 Milyon ₺ gibi bir para da yok.  Şirketin kurulduğu 2014 yılı Haziran ayında ortalama Euro kuru 2,85 ₺. Gümüşdağ ve ortakları kurdukları 7 Milyon ₺ sermayeli şirketle 63,4 Milyon ₺ değerinde futbolcuya sahip kulüp aldıkları iddasındalar. 

Ticaret sicil gazetesindeki bilgiye göre 2014 te kar etmeyen şirket sonraki yıllarda kar elde etmiş  ve kar payı dağıtmayıp olağanüstü yedek akçeye koymuş paraları. Bugün kulübün piyasa değerinin 81 Milyon Euro civarında olduğu tahmin ediliyor. Bazı Arap ve Çinli yatırımcıların kulüple ilgilendiği ve bu tahmini rakamın 3-4 katı fiyatla satılabileceği konuşuluyor medyada.

Bu 7 kişi yıllar içerisinde Belediye kaynaklarından aktarılan paralarla oluşturulan ve bugün tahmini piyasa değeri 81 milyon Euro olan bir takım , yaklaşık 200 Milyon ₺ değerinde bir stad ve değerini tahmin edemeyeceğiniz tesis sahibi oldu. Gümüşdağ Mart 2018 de katıldığı bir etkinlikte yaptığı konuşmada kulübü şirket mantığı ile yönettiklerini söylerken 33-34 milyon Euro sadece performans geliri sağladık" diyordu.

Kamudan kendi ceplerine, yandaşlarına kaynak aktarmak için herşeyi kullanan siyasiler sporu ve spor kulüplerini de kullanıyorlar. Bu sadece AKP belediyelerine has bir durum da değil. Tüm partilerde aynı durum var.

Bu ülkede futbol bile sadece futbol değildir...

30 Eylül 2018 Pazar

Adnan Menderes'ten Bir kahraman Çıkmaz...

      17 Eylül tarihi eski Başbakanlardan Adnan Menderes'in ölüm tarihiydi. Bir darbe neticesi darbe mahkemelerinde yargılanarak idama mahkum edilmiş ve hasta/yaralı olmasına rağmen asılarak 17 Eylül 1961 de idam edilmişti.

     Öncelikle belirtmeliyiz ki Sivil ya da Askeri her türlü darbeye karşıyız. Yine darbe hukukuna ve onun yargılamalarına da karşıyız. Hele ki verilen kararlar doğru (Yassıada Mahkemesi kararı kastedilmemiştir. Oradaki hukuki hataları söylemeye gerek duymuyoruz) bile olsa hasta/yaralı bir insanın iyileşmeden idam edilmesinin savunulacak bir tarafı yoktur.

      Adnan Menderes'in mağduriyeti ortadadır. Bunu tartışmanın gereği gereği yoktur.

      Bununla birlikte;

      Adnan Menderes Muhafazakar değildir. Demokrat hiç değildir. Adnan Menderes'e muhafazakar demokrat kisvesi giydirerek -yaşadığı mağduriyetlerin de ardına saklanarak- ondan bir "Kahraman" üretmek mümkün değildir. AKP deki Adnan Menderes duyarlılığı da sevgi ya da acıma değil olsa olsa muhafazakar tabandaki Adnan Menderes mağduriyetine duyulan sempati ve acımayı kullanılmaya yöneliktir

       Öncelikle Adnan Menderes , AKP yöneticilerinin ötekileştirerek kullandıkları ve her fırsatta tahkir etme amacıyla söz sarfettikleri "Beyaz Türklerden" bir aileye Mensuptur. Kendisine "monşer" bile diyebilirsiniz. Kendisi binlerce dönüm arazisi olan bir toprak ağasının oğludur.

      Akrabalık bağları daha daha ilginçtir. Bilindiği gibi İzmir'in ünlü ailelerinden "Evliyazade"ile "Yemişçizade"lerin kızı Fatma Berin hanım ile evlidir. Evliyazedelein kızları ile evli başka ünlü kişiler de vardır. Atatürk'e suikast davasından asılan Dr. Nazım, Atatürk döneminin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü gibi...

      Sabetay Sevi üzerine araştırma yapanlar ya da ilgisi olanlar bilir ki her iki aile de bir şekilde Sabetaizme bulaşmıştır. Berin hanımın dayısı Dr. Nazım'dır. Dr. Nazım'ın kayınbiraderi yani eşinin kardeşi T. Rüştü Aras'tır. T. Rüştü Aras'ın kızı Emel (Fatin Rüştü Zorlu'nun eşi) Berin Hanım'ın kuzenidir. Bu zincirdeki kişilerden Dr. Nazım Sabetaistlerin Kapancı koluna mensuptur ve bu kolun önde gelen isimlerinden biridir. Yine Zincirde yeralan T. Rüştü ARAS ise Sabetaistlerin Karakaşi koluna mensuptur. Burada Sabetaistlerin farklı kolları arasında evlilikler sözkonusudur ki 1900'lerin başlarından itibaren farklı kollar arasında evlilikler başlamıştır. Ancak 1970'lere kadar Sabetaistler Müslümanlarla kız vermemişlerdir. (Ölümünden kısa bir süre önce verdiği bir mülakatta Aydın Menderes ailesinin sabetaist kökenleri olduğunu kabul etmiştir.)

      Konumuz Sabetaist evlilikleri değildir. Adnan menderes 1931 yılında yapılan seçimlerde CHP'den Aydın milletvekili olarak Meclise girmiştir. Menderes CHP milletvekili iken "Ezanın Türkçe Okunması" gündeme gelir ve 1932 den itibaren ezan Türkçe okunmaya başlar. Ezanın Türkçe okunmasına ilişkin karara Menderes'in itiraz ettiğine, şerh koyduğuna ya da yanlış yapılıyor dediğine dair bir bilgi bulunmamaktadır. Milletvekili olarak ezanın Türkçe okunmasında dahli vardır.

      Aslında 1931 de Meclise giren Menderes'in 1945'ya kadar CHP'nin hiçbir icraatine itirazı yoktur. Ne zaman ki 1945 de yasalaşan "Toprak Reformu" gündeme gelmiş Menderes'ten de itiraz sesleri yükselmeye başlamıştır. Başta da söyledik ya Toprak Ağasıydı diye. Dini inancının bir gereği olan ezanın Türkçe okunmasına itiraz etmeyen Menderes kendi topraklarından bir kısmının toprağı olmayan fakir fukaraya, köylüye dağıtılmasına itiraz etmiştir. Menderes için hangisinin daha öncelikli ya da önemli olduğunu takdirinize bırakıyoruz.

      Toprak reformu yasasına itiraz Menderes ile CHP yönetiminin arasını açmış ve nihayetinde CHP'den ihraç edilen Menderes ve arkadaşları Demokrat Parti'yi  kurmuşlardır.

      DP iktidarı sırasında halkın duygularını okşamak adına popülist politikalara yönelinmiş ve bu dönemde kendisinin de içinde bulunduğu CHP'nin yaptığı hatayı telafi ederek ezanın tekrar Arapça okunmasını sağlamıştır.

      Menderes Amerikancıdır. Natocudur. Natoya girmek adına Kore Savaşına 5090 kişilik bir askeri birlik gönderdi. Giden birlik 741 şehit verdi. Yaralananların sayısı da 2000 di. Türkiye'yi küçük Amerika yapacağım diyen , Amerikan Kapitalizmini ülkeye davet eden ve yerleştiren adamdı.

      Her mahallede milyoner olacak söylemiyle "yandaşa" ve yakınlarına devleti yağmalattıran kişiydi. Örtülü ödenekten sağa sola servet dağıttı. İslami kesimde Üstad olarak tabir edilen Necip Fazıl 158.500 TL para almıştı dergi çıkarmak için Menderes ve DP iktidarından. Bu tespit edilebilen tutardı. Tespit edilemeyen ya da dolaylı yollardan ödenenler ne kadardı Allah bilir. 158.500,00 TL yi bugünün şartlarında düşünmeyin 1951 yılında 50.000,00 TL almış Necip Fazıl. O tarihte 50 Bin TL ile 10 kilo külçe altın alınıyordu. Necip Fazıl'ın doğrudan aldığı ve tespit edilebilen paraların bugünkü karşılığı yaklaşık 5,8 Milyon TLdir.

       İktidardan para aldığı günlerde Üstad bir kumarhane baskınında kumar oynarken yakalanıyordu. Herneyse konumuz Necip Fazıl değil.

       Demokrat değildi Menderes. Kendi Partisine "Vatan Cephesi" diyerek toplumu ikiye bölmüştü. Seçimde istediği oyu alamadığı Kırşehir'i ilçe yapmış ve ilçesi Nevşehir'i de il yaparak Kırşehir'i Neşehir'e bağlamıştı. Yine CHP'nin Malatya'da seçimleri kazanması üzerine Malatya'yı cezalandırmak adına ikiye bölmüş ve Adıyaman'ı ayırarak il yapmıştı.

      Basına ve muhaliflere yönelik baskılar, bu amaçla kurulan tahkikat komisyonları ve daha birçok şey düşünüldüğünde kimse Menderes ve DP iktidarının Demokrat olduğunu söyleyemez.

      Sözleşmeler çok daha önce imzalanmış olsa da Marshall yardımını Türkiye'ye sokan adamdır. Amerika'dan  aldığı borçları Amerikan mallarının ithalinde kullanmış ve suni bir refah yaratmıştı. Bu suni refah 1957'lere kadar sürdü. Sonrası tamamen dışa bağımlı ve ithalata mahkum bir ekonomi. Ama para bitmişti. Amerika'da eskisi gibi para vermiyordu. Para bulmak için gezelemeye ve Rusya'ya yanaşmaya çabaladı ama istediği sonucu elde edemedi. Neticede 27 Mayıs ihtilali ile iktidardan uzaklaştırıldı.

      Menderes zaafları olan bir kişi idi. Yaptığı herşey bir yana başkasının karısına yürüyecek, makamını ve devlet gücünü kullanarak kocasını evden uzaklaştırıp kadının koynuna girecek kadar da ahlaksızdı.

      Tüm bu anlattıklarımız 27 Mayıs'ı ve Yassıada yargılamaları esnasında ona yapılan insanlık dışı ve gayrihukuki davranışları mazur göstermez.

      ...

      Bir ara AKP iktidarı  ve Tayyip Erdoğan'ın uygulamaları ile siyasi/ekonomik/dini/milli duruşunu yazıyorum sandım. Yazıdan Sabetaist bağlantıyı ve 27 Mayıs'ı çıkardığımızda AKP/DP ve Menderes/RTE uygulama ve davranışlarının genel hatları ne kadar da birbirine benziyor...         

     

16 Ağustos 2018 Perşembe

Bir Ekonomik Operasyonun Anatomisi

Son günlerde TL aşırı değer kaybediyor. Türk Lirası yılbaşından bu yana yaklaşık %50 değer kaybetti. Ekonomiyi birazcık takip eden insanlar uzun zamandır ciddi bir kriz beklemekteydi. Özellikle 24 Haziran seçimleri sonrası Cumhurbaşkanı olarak kim seçilirse seçilsin krizin kaçınılmaz olduğu herkes tarafından dile getiriliyordu.

Kriz kapıya dayandı. Hükümet krizin varlığını kabul etmeyerek olayı Rahip Brunson olayı üzerinden bir “ekonomik savaşa” tahvil ederek meşrulaştırmaya çalışıyor. Oysa Emre ALKİN gibi akademisyen iktisatçılar bugünkü yaşananları “Ekonomiyi yönetenlerin yaptıkları bilinçli tercihlerin ve önceliklerin ürünü” olarak nitelendiriyor. Emre ALKİN bir muhalif değil. İktidara yakınlığıyla bilinen Kemerburgaz (Altınbaş) Üniversitesinin Rektör Yardımcısı. Alman Commerzbank’ın analizcisi Tatha GHOSE Mayıs 2018 sonunda Türk Ekonomisi üzerine hazırladığı raporda “TCMB’nin hayat belirtisi göstermediğini belirtip bu şekilde gider ve müdahalede gecikirse dolar kurunun 6 TL nin üzerine çıkabileceğini'' yazıyordu.

Hükümet takip ettiği “yanlış” ekonomi politikaları ile ekonomiyi ve devleti zayıflattı. Bu zayıflığı görenler açık bırakılan kapılardan girmeye çalışıyorlar.

            Öncelikle ülkemizdeki en büyük dolar alıcısı devlet. 2018 yılı içerisinde ödenecek dış borç ve olası bütçe açığı gerekçesiyle devletin ihtiyaç duyduğu para miktarı tam tamına 236 Milyar Dolar civarında. Bu doları bulabileceği yerde piyasa. Devlet dış borç  ödemelerini yapmak için piyasadan döviz toplamaktadır.

Hükümetimiz dolar bozdur diyerek bir taraftan dolar toplamaya çalışırken diğer taraftan TL’ nin değerinin düşmesini engellemeye çalışıyor. Bir taraftan da Türkiye'ye ekonomik savaş açıldığını ve operasyonlar yapıldığını söylüyor. Oysa tüm operasyonları biz kendi kendimize çekiyoruz.

İşte size mükemmel bir operasyon(!) örneği

İştigal alanında "tekel" olan bir kamu kuruluşunun işletim hakkının %55 i İmtiyaz sözleşmesi ile  21 yıllığına bir Arap ortaklığına (aralarında küçük bir de İtalyan ortak vardır) -kasasındaki 2 milyar dolar nakitle birlikte- 6.55 milyar Dolara "babalar gibi" devredilir. İmtiyazı elde eden ortaklık bu bedelin 1.3 milyar dolarını peşin öder. Kalanı zamana yayılarak eşit taksitlerle ödenecektir.

Satıştan önceki son bilançosuna göre kamu kuruluşunun o yılki karı -satış tarihindeki kurla-  2.1 milyar dolardır.

Satıştan birkaç yıl sonra bu Arap Ortaklığı kendi ortaklık yapısı içine yeni bir ortak daha alır. Böylece dışarıya karşı daha güçlü görünür. Bu yeni yapı 2007 de kredi kullanarak imtiyaz sözleşmesinden kaynaklanan borcu devlete öder.

2013 yılında bu kez 2007’de çektiği krediyi kapatmak ve refinansman amacıyla kredi aramaya başlar. Kimse kredi vermeye yanaşmayınca bir kısım siyasetçiler devreye girer ve nihayetinde Türk Bankalarının önderliğinde bir konsorsiyum bu Arap Ortaklığına 4.75 milyar Dolar (kredi tutarı aslında dolar + eurodur ancak bu euro o günkü parite ile dolara çevrildiğinde toplam tutar 4.75 milyar dolar olmaktadır) kredi verir. Bankalara teminat olarak kuruluşun %55 hissesini gösterir. İmtiyaz sözleşmesine göre hisselerin teminat olarak gösterilmesi yasaktır ama devlet katında birileri -Danıştayın itirazına rağmen- buna müsaade eder.

Bankalara kredi borcunu taksitle ödeyecek olsa da taksit dönemi geldiğinde taksitleri ödemez. 1, 2, 3 derken devletin bir yetkilisi bankaları icrai işlemler yapmamaları konusunda uyarır.

Bankalar icrai işleme geçemezler ancak devlete baskı yapmaya başlarlar. Devlet uzun süre dirense de nihayetinde bu kuruluşun imtiyaz sözleşmesi ile devrettiği %55 hissesine el koyar. Kredi sözleşmesi gereği bankaların bu %55 hisseye rehin hakkı vardır.

Şimdi bankalar rehin hakları bulunan bu %55 hissenin (faizler + 4.75 milyar dolar karşılığında) devletçe satın alınmasını istemektedir. Oysa bugün bu hisselerin değeri 2.5 milyar Doların altındadır.

Kuruluşu işleten Arap Ortaklığı geçen 11 yıllık sürede yaklaşık 6.62 milyar dolar temettü yani kar payı almış ve yurtdışına çıkarmıştır. İmtiyaz sözleşmesi kapsamında devredilen gayrimenkullerin neredeyse tamamını satıp paraya çevirmiştir. Buradan ne kadar gelir elde ettiği belli değildir. Bu paralar da ortalıkta görünmemektedir.

Yine piyasaya miktarı net olarak bilinmemekle birlikte 19 milyar TL ile 37 milyar TL  arasında değişen miktarda ticari borcu bulunduğu konuşulmaktadır. Kuruluşun mülkiyeti devlete ait bulunduğundan ve hisselere de devlet tarafından da el konulmuş bulunduğundan tüm  bu borçlar hazineye kalacak gibi görünüyor.

Özelleştirildiği tarihte yaklaşık 53 bin kişinin çalıştığı kuruluşta bugün bu sayı 30 bin civarındadır. Diğer çalışanların bir kısmı başka kurumlara geçmiş , bir kısmı emekli olmuş bir kısmı da işsiz kalmıştır. En az 20 bin istihdam da yok edilmiş durumda.

Hülasa;

Adamlar gelmiş 1.3 milyar dolar yatırıp 11 yıl sonra -kasadan gelen 2 milyar dolar hariç- 6.62 milyar dolar alıp gitmiştir. Gayrimenkullerden elde ettiği gelir ve piyasaya taktığı borç da cabasıdır...

Buyrun size ülkeye karşı yapılmış bir operasyon...

Böyle yönetilen bir ülkede yabancının operasyon çekmesine gerek yok ki…

...

Bunları dile getirdiğimiz için biz "vatan haini", "sosyalmedya teröristi" olurken tüm bunlara yolverenler gözyumanlar vatansever öyle mi?


            Hass...

13 Temmuz 2018 Cuma

Bir Kedi Gördüm Sanki...

Biz Harun Yahya (Adnan Oktar)'nın "Yahudilik ve Masonluk" isimli kitabıyla yetişmiş bir nesle mensubuz. Yeni nesil bilmez ama 1985-1990 lı yıllarda Anadolu'da lise okuyup bir miktar da muhafazakar olan (özellikle Milli Görüş çizgisinde olanlar için- biz hiçbir zaman o çizgide olmadık) her yeni yetme için bu kitap efsanevi bir anlam ifade eder. 3-5 delikanlı bir çay ocağı ya da çay bahçesi bulunca sohbete koyulur ve sohbet bir şekilde döner dolaşır Harun Yahya ile "Yahudilik ve Masonluk'' a bağlanırdı.

Harun Yahya ile Adnan Oktar'ın aynı kişi olduğunu çok sonra öğrendim...

Bilim Araştırma Vakfı'nı çok sonraları duydum. Oktar BABUNA ile ilgili kan toplama işi ile şüpheler uyanmaya başlamıştı. Babuna'ların Sabetaist bağlantılarını, Adnan Oktar'daki "İsrail sempatisini" uyanan bu şüphelerden sonra farkettim. Farkettim ki "Yahudilik ve Masonluk" ters algı oluşturmak için yazılmıştı. Bu ülkede yetişmiş her büyük adam ya Yahudi ya da Masondu ve onlarla mücadele etmek mümkün değildi. Bilinçaltımıza bunu veriyordu kitap...

...

Dün Adnan Oktar ve ekibine karşı bir operasyon yapıldı. Operasyon gerekçesi olarak TCK'daki bütün suçlar sayılmış. Adam(!) ve ekibi adeta suç makinesiymiş. İşlemedikleri suç kalmamış. Adam(!) 35 yıldır ortalıkta. İstikrarlı bir şekilde aynı fiilleri işledi niçin bugüne kadar operasyon yapılmadı diye sorsak ne cevap verirler acaba?

Son dönemde Ceylan Özgül isimli bir bayanla ilgili tartışmalar medyanın gündemindeydi. 2006'larda yanılmıyorsam Ebru Şimşek isimli mankenle aynı olaylar medyaya yansımıştı. Hatta bırakın yansımayı iş adliyeye intikal etti. Yıllarca duruşmalara gidip geldiler. Bugün operasyon dosyasında suç olarak zikredilen pek çok olay o dönemde Ebru Şimşek tarafından iddia edilmiş ve bu olaylarla ilgili suç duyurusunda bulunulmuştu. Ancak hiçbir şey yapılmadı...

Adnan Oktar'la ilgili 1999 da da bir operasyon yapıldı. Bu tür suçlamalar orada da vardı ama beraat etti.

Adnan Oktar ve ekibinin ,dini algılama ve yaşama/anlatma olayına karşı "açıkça" en çok eleştiride bulunan kişilerden biriyiz. Burada ve diğer sosyalmedya hesaplarımızdan özellikle Diyanet İşleri Başkanlığına yönelik kaç paylaşım yapıp kaç çağrıda bulunduk bilemiyoruz. Adnan Oktar ve ekibinin İslam anlayışının "İslam çizgisinde olup olmadığını ve niçin bu konuda bir açıklama yapmadıklarını" kaç kez sorduk, sayamadık. Diyanet İşleri Başkanlığı bu sorularıma cevap vermek ya da Adnan Oktar hakkında açıklama yapmak yerine sosyalmedyada bizi engelleyerek sorunu çözdü(!)

Dün yapılan operasyon sonrası herkes Adnan Oktar aleyhine konuşmaya başladı. Herkes şikayetçi. Herkes bu grubun nasıl alçak ve vatanhaini olduğunu ve dine nasıl zarar verdiğini söylüyor. Dün susanlar, görmezden gelenler, ısrarla bulaşmak istemeyenler, Adnan Oktar ve ekibinin şimşeklerini üzerine çekmek istemeyenler bugün fırsattan istifade konuşuyor. Düştü diye nitelendirdikleri Adnan Oktar'a vurmaya çalışıyor. Kaba bir tabirle "ikiyüzlülük" bu. Az delikanlı olsaydınız keşke...

Adnan Oktar ve ekibine bir operasyon yapılmıştır. Bu adli bir vakıadır ve hukuku kendi haline bırakırlarsa (ve varsa bir suç) hukuk gerekli yaptırımı uygulayıp gerekli cezayı verir.

Ancak; 

Adnan Oktar ve ekibinin "din anlayışına" karşı bir operasyon yapılmamıştır. Bununla ilgili bir çalışma devletin resmi kurumlarında göze çarpmamaktadır. Mevcut durum Adli bir soruşturma üzerinden Adnan Oktar ve ekibinin "din anlayışının" cezalandırılmak istendiğini göstermektedir. Aynı durum "Fetö" soruşturmaları içinde geçerlidir. Fetönün "din anlayışını" çürütecek, İslam Çizgisinin dışında olduğunu gösteren ciddi ve resmi herhangi bir yazılı metin, makale, risale, kitap... ortada bulunmamaktadır. İktidar eliyle Ceza hukuku dini, milli, ahlaki... tüm hadiselere uygulanan bir mahiyete büründürülmüştür. Adnan Oktar'ın "din anlayışı ile mücadelenin" yöntemi "ceza yargılaması" değildir. Bu durum ceza yargılamasının görev alanına girmediği gibi ceza yargılaması bu mücadeleyi başarı ile sonlandıracak donanıma da sahip değildir.

Bu şekilde hareketle, bir şekilde Adnan Oktar'ın ceza yargılamasından beraat etmesi halinde (ki Adnan Oktar'ın cezai ehliyetinin olmadığına dair raporu bulunduğu şeklinde yaygın bir kanaat var toplumda) , din anlayışının da meşrulaşması gibi bir sonuçla karşı karşıya kalınır ki uzun vadede bu Adnan Oktar'ı güçlendirir...

Ne demek istediğimizi anladığınızı sanmıyoruz. Öyle bir kaygı da gütmüyoruz artık.

Hülasa...

Devleti yönetenler... Her problemi ceza hukuku ile çözmeye çalışmaktan vazgeçin artık...

1 Mart 2018 Perşembe

YAZICIOĞLU'nu Kim Öldürdü? 2



21 yıl önce 1997 de meşhur 28 Şubat kararları alınmış,ordu ve sivil bürokrasinin baskısıyla meşru Refah-Yol Hükümeti sürecin sonunda  istifa ettirilmişti.

28 Şubat kararları sonucu ilköğretimde 8 yıllık kesintisiz eğitime gecilmiş, bir kısım subay-astsubay irticacı oldukları gerekçesiyle ordudan atılmış, bir kısım memur kamu görevinden uzaklaştırılmış, üniversiteden atılanlar, cezaevine girenler olmuştur.

Bu süreçte darbeyi destekleyenlerin dışında akıllarda kalan 2 grup insan vardır.

28 Şubat Post-modern darbesine karşı dik duran , sesini yükselten, mücadele etmeye çalışan başını Muhsin YAZICIOĞLU, Meral AKŞENER ve Hasan CELAL GÜZEL'in çektiği bir grup ile Darbeye karşı sesini çıkartamayıp, sinen, korkan, baskı sonucu istifa eden Necmeddin ERBAKAN ve onun partisinde yeralan Recep Tayyip ERDOĞAN, Abdullah GÜL gibi isimlerden oluşan diğer grup...

...

28 Şubat gündeme gelince ister-istemez Muhsin YAZICIOĞLU'da gündeme geldi. Siyaseten nerede durursanız durun YAZICIOĞLU'nun 28 Şubat karşıtlığını ve sivil siyaset hassasiyetini inkar edemezsiniz. Yine siyaseten nerede durursanız durun Meral AKŞENER'in, Hasan Celal GÜZEL'in dik duruşlarını da inkar edemezsiniz. Bu anlamda bugün aktif olarak siyaset yapanlar (devleti yönetenler de dahil) içinde Meral AKŞENER darbeye karşı, 28 ŞUBAT'a karşı en sağlam mücadeleyi yapan kişidir. Bu anlamda pek çok erkekten daha erkek ve bir çok kişiden daha delikanlıdır.

...

28 ŞUBAT ile Rahmetli Muhsin YAZICIOĞLU yine gündeme geldi. Muhsin YAZICIOĞLU'nun gündeme gelmesi esrarı çözülemeyen "suikast" olayını da gündeme getirdi. En azından bizim için.

YAZICIOĞLU suikastının üzerinden yaklaşık 9 yıl geçti. Bu zaman zarfında suikastın çözümü doğrultusunda hiçbir ilerleme yok. Düşen helikopterden söktükleri parçalar için yargılanan bir kaç memura karşı açılan davadan başka dava, yargılanan bu kişilerden başka suçlanan kimse yok ortada.

Geçen zamanda -özellikle 15 Temmuz sonrası- AKP suikastı "Fetö"nün işlediğini ileri sürerek toptancı bir yaklaşımla olayı Fetöye yıkıp işin içinden sıyrılmayı denedi.  Daha önce yazdığımız "YAZICIOĞLU'nu Kim Öldürdü?" başlıklı yazımızda  AKP iddialarının ortadaki mevcut delillerle örtüşmediğini ayrıntılı olarak anlatmıştık.

15 Temmuz'un üzerinde yaklaşık 21 ay geçti. 15 Temmuz'u takip eden ilk 15 günden bugüne AKP iktidarının suikastla ilgili söylediği yeni bir söz yok. Ortaya konan yeni bir delil yok. Oysa bu süreçte Fetö yapılanması neredeyse tamamen çökertildi. Emniyette, istihbaratta, ordu içinde fetö ile bağlantısı olan pek çok kişi yakalandı, gözaltına alındı, tutuklandı. Yargılandı, ceza yedi. Aralarında İl Emniyet Müdürleri, Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı yapmış bürokratlar var, yüzlerce general var. İçlerinde bu kişilerin de bulunduğu yüzlerce, binlerce kişi etkin pişmanlıktan yararlanıp fetönün çözülmesini sağlayan, sırlarını ifşa eden bilgiler verdi, açıklamalar yaptı ama YAZICIOĞLU suikastı ile ilgili ortaya çıkan yeni bir tek bilgi kırıntısı yok.

Herşeyi olduğu gibi YAZICIOĞLU suikastını da Fetöye yıkan AKP iktidarının böyle bir durumda fetö aleyhine elde edebileceği bir bilgiyi kullanmaması, kamuoyu ile paylaşmaması mükün mü?

Bir tek ihtimal dışında mümkün değil. O ihtimali yazının ilerleyen bölümlerinde dile getireceğiz.

Diğer taraftan yüzlerce binlerce kişinin öttüğü ve bilgi verdiği bir ortamda şayet suikasttı fetö işlemişse bu bilginin saklanması mümkün mü? 15 Temmuz sonrasında geçen 20 aylık bir dönemde 38 bin civarında tutuklunun bulunduğu ve bir o kadar kişinin de tutuklanıp başta etkin pişmanlıktan faydalanmak olmak üzere çeşitli sebeplerden salıverildiği bir süreçte bu denli önemli ve bilgiyi vereni kurtaracak bir bilgi saklanabilir mi?

Diğer taraftan baktığımızda da durum pek farklı görünmüyor. 17/25 Aralık sonrası Fetö AKP iktidarına saldırırken "turpun büyüğü heybede" gibi ifadeler kullandı. AKP iktidarının tüm hırsızlık ve yolsuzluklarını ifşa ederken asıl açıklanacak konunun arkada olduğunu ve bu konunun YAZICIOĞLU suikastı olduğunu ima etti. 17/25 Aralık'ın üzerinden yaklaşık 4,5 yıl geçti ve ortaya bu konu ile ilgili konan bir tek delil yok.

Her iki tarafta YAZICIOĞLU suikastından diğer tarafı sorumlu tutuyor ancak ne suikastı çözüyor ne de suikastın çözülmesine yardımcı olabilecek bir delil ortaya koyuyor. Koydukları deliller mantıkla ve olayın özüyle uyuşmuyor.

...

 1999 da AKP ve FETÖ bir araya gelip ABD-İsrail-İngiltere ile BOP projesinin hayata geçirilmesi hususunda anlaşırken ABD-İsrail-İngiltere'nin taahhütlerinden biri "alternatif muhalefetin opere edilmesi" idi. (Bu hususta Yerli Ve Milli isimli seri yazılara bakabilirsiniz) AKP'nin gerek iktidara gelmesinden önce gerekse iktidara gelmesinden sonra alternatif muhalefete operasyonlar yapıldı. AKP iktidarına alternatif olabilecek muhalefetin bir kısmı siyaset alanının dışına itildi. Bir kısmı satın alındı. Siyaset alanının dışına itilemeyen ve satın da alınamayan YAZICIOĞLU'da infaz edildi.

Daha önce de yazdık. YAZICIOĞLU BOP'a kurban verildi. Her iki yapı da BOP'un uygulayıcısıdır. Bu anlamda AKP ile Fetö arasında bir fark yoktur. Her iki tarafta suiakstın nasıl/kim tarafından işlendiğini gayet iyi bilmektedir ancak çözülmesi her iki tarafı da suçlu pozisyonuna sokacağından çözülmemesini tercih etmektedirler. Çünkü her iki yapınında bu işte parmağı ve sorumluluğu vardır.

Ortaya çıkacak yeni bilgiler bu sorumluluğun ifşası demektir. Suçun birlikte işlenme ihtimali yukarıda bahsettiğimiz tek ihtimaldir.

Bu sebeple AKP iktidarda kaldığı sürece YAZICIOĞLU suikastının aydınlatılması mümkün değildir...

6 Şubat 2018 Salı

AFRİN 2


Afrin'de operasyon devam ediyor. Son birkaç gündür şehit haberleri gelmeye başladı. Mehmetler birbir toprağa düşüyor. Türk Ordusu Afrinde yıpranıyor. Operasyon yavaş ilerliyor ancak gerilla taktiklerine başvuran bir düşman karşısında hızlı hareket kayıp riskini artırmakla eşanlamlı...

Ortadoğunun en büyük siyasi hastalığı "hamaset". Maalesef bizim siyasetçilerimiz de bu hastalığa müptela. Hamaset konusunda kimse Hükümetin eline su dökemez. Bir taraftan operasyon devam ederken diğer yandan "Hükümeti eleştirmek vatanhainliği ile eş tutuluyor." Hükümet ve tabanı bir yandan basın ve sosyalmedya üzerinden -hangi konuda eleştiri yapıldığının önemi yok- eleştiri yapanları suçlayarak sustururken diğer taraftan hükümet ve Cumhurbaşkanı son hızla önüne geleni suçlayıp muhalefete çakıyor.. Enson CHP lideri Kemal Kılıçtaroğlu'na hitaben "PYD/YPG bir terör örğütü müdür? Yiğitsen cevap ver" şeklindeki Recep Tayyip ERDOĞAN ünlemesine şahit olduk.

Öncelikle belirteliyiz ki yapılan bir kamuoyu yoklamasına göre Afrin'deki operasyonu destekliyorum diyenlerin oranı %85 . Bir önceki yazımızda beyan ettiğimiz üzere HDP ve AKP/CHP içindeki gruplar hariç herkes operasyonu desteklemektedir şeklindeki düşüncelerimizi destekleyen bir sonuç.

Durum bu vaziyette olmasına rağmen R.T.Erdoğan ısrarla konuşmaya ve sağı solu suçlamaya devam ediyor. Kemal KILIÇTAROĞLU operasyonun başında "Ordumuzun Yanındayız" demek suretiyle bu cevabı vermişti zaten. Buna rağmen ERDOĞAN içsiyasette prim yapmak, bonus toplamak arzusuyla olsa gerek çatmaya devam ediyor.Havuz medyasının köşe yazarları hep birlikte CHP'yi eleştiriyor. Sanırsınız Türk Ordusu CHP ile savaşıyor.

Oysa

Cumhurbaşkanı, Anamuhalefet Partisi Liderine "PYD/YPG terör örgütü mü? diye sorarken kendisi başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu'nun oluşturduğu Terör Örgütleri Listesinde PYD/YPG'nin adı yeralmıyor. Başında bulunduğu Bakanlar Kurulu henüz PYD/YPG terör örgütü diyememiş.

...

Gerek Cumhurbaşkanı gerekse Hükümet Kanadı Afrin'den sonra Mümbiç'e de gireceğiz, hatta Fırat'ın Doğusuna da geçeceğiz diyor. Bunu söyleyen, ABD'ye kafa tutan insanlar kendi ülkelerinde yeralan 22 ABD üssünden bir tanesine bugüne kadar dokunamamış. Bir tanesini kapattıramamış insanlar. Başta Afrin olmak üzere PKK denetimindeki kantonlara(!) , bu üsler ve Türk havasahası kullanılırak, 5 Bin tır silah ve cephane yardımı yapılırken ses etmemiş, görmemiş/görememiş/görmemek için başını çevirmiş insanlar. Ayn-el Arap'ta bu PYD/YPG'lileri alınlarından öpmüş insanlar.

Sahi Ayn-el Arap'a geçirilen silahlardan bugün memetçiğimize ateş eden silah var mı acaba? Varsa bunun vebali kimde?

Daha birkaç ay önce Suriye politikasında hata yaptıklarını söyleyip  bu politikların mimarı başbakan ve AKP Genel Başkanı "serok Ahmed" lakaplı Ahmet DAVUTOĞLU'nu vatanhaini ilan eden AKP tabanı ve yöneticileri şimdi kendilerinin dışında herkesi suçluyor. Düne kadar Suriye Politikasından dolayı vatanhaini ilan ettikleri Ahmet Davutoğlu'nun R.T. ERDOĞAN ile geçtiğimiz günlerde yanyana oturup fotoğraf çekinmesinden sonra ne söyleyeceklerini bilemeyen ve Ahmet Davutoğlu'na ve uyguladığı politikaya tek laf edemez hale gelen, eleştiremeyen insanlar.

Bir taraftan Suriye'ye 2016 yılında 2,7 milyon ton çimento satarken (2017 nin ilk çeyreği de 404 bin ton) diğer taraftan Afrin'de karşılaştığı PYD/YPG tahkimatları ve betonarme yapıları görünce bu kadar çimentoyu nereden buldular diye soran insanlar... 

Kusura bakmasınlar ama ikiyüzlülükte AKP ile (Fetö hariç) kimse yarışamaz...

Bundan sonra ne olacaktır?

Müneccim değiliz ancak elimizdeki sınırlı veri ve bilgilerle geleceğe dönük bir okuma yaparak öngörülerimizi ve olabilecekleri yazalım.

Afrin'i ordumuzun yıpranma pahasına PYD/YPG'den temizliyeceğiz. PYD/YPG'lilerin bir kısmı Mümbiç ve Fırat'ın Doğusuna geçecek. Bir kısmı halkın arasına katılarak uykuya yatacak. Biz temizliği bitirince Rusya ve Esad rejimi İdlib'i sıkıştırarak Afrin ve Türkiye'ye doğru yeni bir göç dalgası oluşturacak. Bu göç dalgası sonucu gelen kişilerle Afrin ve Hatay'ın etnik yapısı değişecek. Bu yeni gelenlerle gerek Afrin'de gerekse Hatay'da Türk Devleti kontrolü büyük oranda kaybedecek. Bugün Pakistan'ın Kuzey ve Güney Veziristan Bölgeleri ve Swat Vadisinde yaşanan bir durumla karşı karşıya kalmamız muhtemel. Devletimizin kontrolü kaybettiği andan itibaren Polis ve Askerden ziyade vatandaşa karşı şiddet eylemleri ve saldırılar başlayacak. Girit'in nasıl kaybedildiğini bilenler ne demek istediğimizi anlayacaklardır. Bu plan daha önce Girit ve Balkanlarda komitacılar vasıtasıyla denendi ve sonuç alındı. Bu saldırılar bölgedeki Türkiye'ye bağlı vatandaşların Türkiye'ye göçüne sebep olacak ve etnik olarak seyreltme yapılarak Kürdistan'ın Akdenize çıkış kapısı hazırlanacak...

Türkiye bir savaş veya içsavaş gibi çok kötü bir senaryo ile gerek Afrin ve Hatay gerekse Mümbiç ve Kuzey Irak Bölgesine müdahale edemeyecek bir sürece sokulacak. Bu aşamadan sonra bir Kürdistan -ki muhtemelen IKDP önderliğinde kurulan bir Kürdistan- ile karşı karşıya kalacağız. Bu Kürdistan'ın sınırları İran sınırından Akdeniz'e kadar uzanır mı derseniz cevabımız muhtemelen olacaktır.

Tüm bu hengame bittiğinde Toprak ve Nüfus olarak şimdikinde daha küçük bir Türkiye ve yeni bir Kürt Devleti ile yüzleşmiş olacağız. BOP'un kuzey ayağı bu şekilde tamamlanmış olacak... 
...
Ortadoğuda oyun kurucu olduğunu iddia edenler keşke başkasının oyununa figüran olmak yerine 2011  den önce kendi devletleri adına oyun kurup Afrin'e, Mümbiç'e , Şengal'e gözyummasalardı.
 

5 Şubat 2018 Pazartesi

AFRİN 1

Türk Ordusu 10 gün kadar önce Suriye sınırımızdaki Afrin Bölgesine karşı bir operasyon başlattı. Amaç Afrin'i denetiminde tutan PKK/YPG/PYD/SDF/SDG adına herne derseniz deyin bizim kısaca PKK/YPG dediğimiz terör örgütünün denetimini kırmak ve bölgeyi kurtarmak.

Burada hemen SDF/SDG'nin 14 Mart 2015 tarihinde Çözüm Süreci kapsamında İmralı'da gerçekleşen görüşmeler esnasında Kamu Güvenliği Müsteşarı/Mit Temsilcisinin huzurunda bizzat Abdullah ÖCALAN'ın emri ile kurulduğunu ifade edelim

Herşeyden önce bugün Afrin'e operasyon yapmak zorunda kalışımızın 1.sebebi 2010 dan bugüne kadar AKP Hükümetlerinin izlediği politikalardır. Kimse ABD'yi, Rusya'yı, İran'ı suçlamaya kalkmasın. Önce oturup Ülkece(!)  yaptığımız kendi hatalarımıza bakalım.

ABD, Rusya, İran mı?

Onlar sadece kendileri açısından olayı süzüp kendi menfaatlerinin gereğini yaptılar, yapıyorlar, yapacaklar. Onları suçlamak birşeyi değiştirmeyeceği gibi bize bir şey de kazandırmayacak.

Afrin operasyonuna karşı HDP (CHP ve AKP içindeki etnik olarak Kürt kökenli bir grup ile ideolojik olarak Marksist olan bir damar) hariç tüm siyasi yapılar operasyona destek verdiklerini açıklamış durumda. Yani yukarıda belirttiğimiz HDP ve CHP/AKP içindeki gruplar hariç herkes Ordumuzun yanında.

Buna rağmen Afrin Operasyonu içsiyasete kurban edilmek üzere. Cumhurbaşkanının operasyonla ilgili söylemleri ve CHP'yi hedef alan konuşmaları maalesef içsiyasette Afrin Operasyonunun "meşruiyetini" sorgulama boyutuna taşıyor.

CHP Yönetimi kesin ve net bir dille Ordumuzun Yanındayız demiş olmasına, CHP Mersin Gençlik Kolları Eski Başkanı ve Mut İlçe Eski Yöneticisi olan Ali GÜMÜŞ'ün Burseya Dağındaki çatışmada dün şehit düşmesine rağmen Cumhurbaşkanının CHP-PKK ilişkisi kuran bir dille CHP'yi suçlayan açıklamaları gerçekten ilginç.

Bugün Operasyon yapılan Afrin'i elinde tutan PYD/YPG nin başındaki Salih Müslim 2 yıl önce Ankara'da resmi törenle karşılandı. Salih Müslim uluslararası arenada yıllardır Türk Diplomatik Pasaportu ile dolaşan bir kişi. Operasyonun yapıldığı bugünlerde araştırın Salih Müslim hala diplomatik Türk Pasaportunun sahibidir ve o pasaportla dolaşmaktadır. Bir taraftan terör örgütü olarak nitelendirip operasyon yaparken diğer taraftan yöneticisine diplomatik pasaport verip resmi törenle karşılamak bize has bir aculluk olsa gerek

...

Bizi paranoyak olmakla suçlayacaklar elbette bulunacak ama BOP süreci devam ediyor. Daha önce pek çok kez yazdık. Cumhurbaşkanı pek çok kez BOP Eşbaşkanı olduğunu gerek kameralar gerekse miting meydanlarında açıkça ilan etti. Sonra uzunca bir sessizlik dönemi. Sessizlik hala devam ediyor. Bir kısım AKP'li BOP sürecinin ölü doğduğunu, işleme konmadığını, R.Tayyip Erdoğan'ın eşbaşkanlıktan ayrıldığını ileri sürse de bizzat Cumhurbaşkanının ağzından böyle bir açıklama yok. Dahası yapılan işler, izlenen politikalar BOP sürecinin devam ettiğini gösteriyor.

Şu bir gerçek ki Suriye parçalandı. Kırılan vazo gibi artık bir araya gelmeyecektir. Suriye'nin kuzeydoğusunda fiilen bir Kürt Bölgesi oluşturuldu. Kamışlı ve Membiç hattı bugün PYD/YPG denetiminde.

Afrin operasyonu öncesi ABD , Rusya ve Suriye'ye operasyon hakkında ayrıntılı bilgi verildi ve olur alındı. Bakmayın meydanlarda ABD ve Rusya'ya rağmen operasyon yapılıyormuş imajı oluşturulmaya çalışılmasına. ABD , İngiltere başta olmak üzere tüm batı bloku operasyonun başlaması ile birlikte Afrin Operasyonunun haklılığı konusunda Türkiye'yi destekler açıklamalar yaptı.

ABD Kamışlı ve Membiç'e karşılık Afrin'deki PKK artıklarını gözden çıkardı. Rusya'da uzun vadede Suriye ile birlikte kendisinin temizlemek zorunda kalabileceği bir batıklığın Türkiye tarafından temizlenmesine mütebessim bir ifade ile gözyumuyor.

ABD Kamışlı ve çevresindeki yapıyı koruyarak ileride Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ile birleştirmenin peşinde. Burada kendi tabirleri ile Orta-Güney ve Batı Kürdistanı birleştirerek bir Kürt Devleti kurulmasının hesabını yapıyor. Kurulacak böyle bir devlette 150-200 bin nüfuslu bir Kürt kitlesinin ve ufak bir arazi parçasının dışarda kalmasının şimdilik  bir ehemmiyeti yok.

Irak Bölgesel Kürt Yönetimi geçtiğimiz aylarda bir "bağımsızlık" referandumu yaptı ve "evet" kararını cebine koydu. Bu aşamadan sonra çevre ülkelerinden gelen tepkileri önleme ve bölgede yaşanacak çatışmalarda yıpranmaması için Barzani kenara çekilerek Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi uykuya yatırıldı. Yine PKK/YPG'nin anagövdesinin bulunduğu Membiç ve Fırat'ın doğusu ABD tarafından korumaya alındı. Bu arada sahada çarpışan PKK/YPG ile Daiş saldırmazlık anlaşması yaparak (geçtiğimiz günlerde Türkiye'de yakalanan Daiş'in Sağlık işlerinden sorumlu emiri sorgudaki ifadesinde tarafların 3 ay kadar önce görüşmeye başlayarak saldırmazlık anlaşması yaptığını beyan etti) her iki tarafında yıpranmasını engellediler.

Bölgede mücadeleden uzak durarak yıpranmayan bir güç daha var İSRAİL.

Türk Ordusu ise Afrin operasyonu ile yıpranıyor. Daha önce çözüm süreci sonunda Güneydoğu Anadolu'daki sokak çarpışmalarında Ülkenin en değerli birlikleri ciddi şekilde yıpranmıştı. Çatışmalara giren 16 ÖKK taburu ancak 11 tabur olarak çıkabilmişti. 5 ÖKK taburu kullanılamaz hale gelmişti. (Kullanılamaz hale gelmiş demekten kastettiğimiz askerimizin şehit olması demek değildir. Çoğu yaralanma gibi sebeplerle fiziksel açıdan ÖKK elemanı olma vasfının kaybetmiştir. Yakınında patlayan bir roketatar sebebiyle duyma kaybı yaşayan personel gibi)  Üzerine 15 Temmuz girişimi sonrası yaşanan ihraçlar ve Fırat Kalkanı Operasyonu ile bu yıpranma had safhaya ulaşmıştı. Türk Ordusunun muharip gücü bir hayli zayıfladı ve zayıflatılmaya devam ediyor.

...

Devam Edecek...

9 Ocak 2018 Salı

ZARRAB 4

ABD'de devam eden Zarrab davası 03.01.2018 de sona erdi. Jüri tek tutuklu sanık olan Halkbank Genelmüdür Yardımcısı Mehmet Hakan ATİLLA'yı yargılandığı 6 suçun 5'inden suçlu buldu.Verilecek cezalar 11 Nisan 2018 de açıklanacak. Söylentiler Mehmet Hakan ATİLLA'nın 5 suçtan alacağı cezaların toplam 105 yıl olabileceği şeklinde.

Tüm bu yargılama süreci gösterdi ki Mehmet Hakan ATİLLA neredeyse Zarrab'tan rüşvet almamış tek bürokrat. (Bir de memur TEOMAN var ama ikisinin konumu farklı.) Buna rağmen bedeli Mehmet Hakan ATİLLA ödeyecek.

Yargılamalar ve ZARRAB'ın açıklamaları ortaya koydu ki bir kısım bakanlar ZARRAB'tan aldıkları rüşvet karşılığında yapılan usulsüz işlemlere, hayali ihracatlara yol vermişler. Yol vermekle kalmamışlar ZARRAB'ın yolu kapatıldığında bizzat müdahil olarak yol açmışlar. Dokunulmazlık sağlamışlar.

ZARRAB 2 isimli yazımızda yapılan hayali ihracatlara vurgu yapıp ne kadar vergi iadesi almış olabilir diye sorgulamıştık. Bu yazımızın akabinde Orhan UĞUROĞLU Yeniçağ Gazetesindeki köşesinde İran'a yapılan ihracat sebebiyle ihracat yapan kişi ve firmalara sadece 2012 yılında 1,98 Milyar Dolar KDV iadesi ödendiğini yazdı. Bu rakamın ne kadarı ZARRAB ve şirketlerine ödendi bilinmiyor. Bilinen ihracat konusunda ZARRAB'ın en faal kişilerden biri olduğu.

UĞUROĞLU aynı yazısında İran için ödenen para ile İran'a ulaşan para arasında aynı yıl için 2,5 Milyar Dolar gibi bir fark olduğunu da yazdı. Yani Türkiye'den alınan para İran'a eksik ödenmiş. İran bu parayı araştırıp yakaladığı ZENCANİ'yi sıkıştırınca "Türkiye'deki Ortağım ZARRAB'ta" cevabını almış. UĞURLUOĞLU bu tutarın da rüşvet ve komisyon olarak dağıtılmış olabileceğini söylüyor.

...

Bilindiği üzere ABD'de ZARRAB davasının başlaması ve Reza ZARRAB'ın tanık olarak ifade vermesini müteakip Türkiye ZARRAB'ı casus ve vatanhaini ilan etmişti. Bir kişiyi casus/ajan ilan ettiğiniz andan itibaren o kişinin herşeyini sorgulamanız, araştırmanız gerekiyor. Şayet ZARRAB bir casus ise öncelikle hangi ülke/ülkeler adına casusluk yaptı? Bu sorunun cevabının verilmesini müteakip şu sorularında cevabının mutlaka ama mutlaka bulunması gerekiyor. ZARRAB Türkiye hakkındaki gizli bilgilere nasıl ulaştı? Bu bilgileri kimlerden temin etti? Kimler aracılığıyla yurtdışına çıkardı? ZARRAB'ın bilgi edindiği bu kişiler/bağlantıları kimler? Hangi birimde ya da hangi mevkiide görevliler? Kimlerle irtibat halindeler? Bilgi sağladıkları ya da sattıkları başka kişi ya da ülkeler var mı?  Zarrab ne tür bilgilere ulaştı? Ulaştığı ve servis ettiği bilgiler içerisinde Türkiye Cumhuriyetinin "Milli Güvenliğine" zarar verecek bilgiler var mıydı? ZARRAB'ın doğrudan ilişkisi bulunduğu bakanlardan temin ettiği bilgi var mı? ZARRAB'ı koruyan, kollayan , yardım ve yataklık eden kişi ve kişiler kimlerdir?

Bu hususlarda herhangi bir çalışma, araştırma yapılmadı. ZARRAB'tan rüşvet alan Bakanlar içerisinde Türkiye'nin en önemli toplantısı Milli Güvenlik Kurulu Toplantısına katılanlar var ama bunlarla ilgili hiçbir işlem yok. Bilgi almak amacıyla ifadelerine başvurma bile yok. ZARRAB'la ilgili herşeyin üstü kapatılmaya ve gündemden düşürülmeye çalışılıyor.

Devlet hala ZARRAB'ın hangi ülke lehine casusluk faaliyetlerinde bulunduğunu bile açıklamadı. Sahi ZARRAB hangi ülke lehine casusluk yaptı?

*
...

AKP iktidarı ZARRAB davasının ilk gününden beri "bu dava bir milli meseledir" diyor ve tüm vatandaşları kendi söyleminde birleşmeye ve iktadırın yanında olmaya çağırıyor.

Dava süreci gösterdi ki hayali ihracatlarla devletin kasası boşaltılmış ve milletin cebine girmesi gereken tutarlar içerinde AKP'li Bakan ve bürokratlarında bulunduğu bir kısım rüşvetçinin cebine girmiş. Milletin/devletin bu işten 1 kuruş menfaati yok. Hatta yüklü tutarda zararı var.

İran nükleer silah programını ilerletmiş ve nükleer silah edinme aşamasına gelmiş. Belki de nükleer silah edindi. Bu coğrafyadaki en büyük rakibi Türkiye'ye karşı potansiyel ve nükleer silaha sahip bir güç olmuş. Hatta bu açıdan Türkiye'yi geçmiş. Bu durumdan menfaati olan Türkiye ve Türk Milleti değil İran ve İranlılar. Bu açıdan da Türkiye ve Türk Milleti açısından bir kazanç yok.Hatta külliyen zarar.

Görünen o ki AKP yöneticilerinin eliyle millet/devlet koca bir kazık yemiş. Şimdi milletten yediği o kazığa "milli mesele" söylemiyle sahip çıkması isteniyor. Millet tüm bu işlerin sonunda ne elde etmiş ki şimdi mevzuuya "milli mesele" diye sahip çıkması gereksin?

Ortada ciddi bir "milli mesele" var ama bu milli mesele AKP iktidarının ileri sürdüğü gibi "ZARRAB Davası" değil. Buradaki milli mesele bizzat AKP'nin varlığı ve akıldışı hesapsız-kitapsız politikaları ile gerek yurtiçi gerekse yurtdışı ilişki ve bağlantılarıdır...


* Telekulak Operasyonunda elegeçirilen bir kısım dinleme cihazının ithalatçı firma tarafından ZARRAB'a ait şirketlere satıldığı biliniyor. Bu husus gündeme getirilmiyor. Telekulak davası Fetö davalarına eklenerek ZARRAB kısmı bir anlamda perdeleniyor gibi...