11 Ağustos 2014 Pazartesi

DEVLET



MEHMET BUĞRA

Tarih: 10 Nisan 2007 _IO_TUESDAY (www.alperence.org sitesinde yayınlanmıştır)

Devlet (?)
Bir taraftan Türkiye Cumhuriyeti’nin 85. kuruluş yıldönümünü kutlamaya hazırlanırken diğer taraftan Yargıtay , Danıştay, Polis Teşkilatı , Posta İdaresi gibi Devletin görünen yüzü olan ve bir anlamda yapıya “Devlet” denilmesini sağlayan kurumların aşağı yukarı 150.yıllarını kutlayacağız.

85 yıl önce kurulan bir devletin 150 yıllık kurumunun bulunması akıl ve mantıkla izah edilebilir mi?

Hayır.

O halde bu durum neden kaynaklanıyor?
I. Dünya Savaşı sonunda Anadolu ve Doğu Trakya’ya sıkışmış Osmanlı coğrafyasının kısmen istilaya uğraması üzerine Padişah’ın İrade-i Seniyesi ile güvenli bölgelere (Orta Anadolu) çekilen bir grup Osmanlı subay ve bürokratı, işgal edilen bölgeleri düşmandan temizlemek ve devletin devamını sağlamak amacıyla yeni bir hareket başlattı.

Hepimizin İnkılap Tarihi kitaplarından bildiği gibi Anadolu düşmandan temizlendi. Ancak düşmana karşı savaşan Ankara yönetimi bir anlamda “Askeri Darbe” yaparak ve İstanbul’da bulunan Padişah ve hükümeti tasfiye ederek yönetimi elegeçirdi. Devlete ve kurumlarına dokunulmadı. Başkent ; İstanbul’dan Ankara’ya taşındı. Tabii devleti oluşturan kurumlarla bu kurumlarda görevli bürokratlarda.

Aslında yapılan yeni bir devlet kurma değil devletin “İsmini , Başkentini ve en önemlisi de “Sistemini (Rejim)” değiştirmesiydi. Rejimin değiştirilmesinden sonra bunun geniş halk kitlelerine benimsetilmesi gerekiyordu. Öncelikle yapının yeni bir devlet olduğu fikri ön plana çıkartılıp Devlet ve Rejim (sistem) kavramları aynileştirildi. Her Rejim kendi meşruiyetini sağlamak zorundadır. Bunu sağlamanın ilk yolu da kendisine bir düşman ihdas etmektir. O dönemde kendi vatandaşının bir kısmını kendine düşman seçen ve vatandaşı ile mücadele eden Rejim (bu güne kadar bu huyundan vazgeçemedi.) , jakoben tek parti dönemi ile vatandaşı baskı altına alarak vatandaşın bu değişikliğe tepki vermesini engelledi. Rejim kendisine yönelen her tehdidi ve yapılan her saldırıyı “Devlet”e yapılmış bir tehdit ve saldırı olarak nitelendirerek ve kendini devletle aynileştirerek vatandaşı ikna etmeyi (!) bir anlamda başardı.
Her Milliyetçiliğin “Devletçi” bir yönü ve boyutu vardır. Milliyetçiliğin bu boyutu ve Ülkücülerde bulunan “Devlet-i Ebed Müddet” ve “Devlet Bizim Devletimizdir” anlayışı Ülkücüleri her şart ve platformda sorgulamadan ve düşünmeden Devlete destek olmaya götürdü. Ülkücüler devlete sahip çıktıklarını ve koruduklarını sanırken aslında Rejime sahip çıktıklarının ve pek çok uygulamasını beğenmedikleri sistemi koruduklarının farkına varamadılar.

Gariptir. Hala da varabilmiş değiller. Hala 1980 öncesinin Fikri anlamda Muhasebesini yapabilmiş değiller. 80 öncesinde “Sol” un ısrarla Ülkücü Harekete yüklenmesinin sebebini anlayabilmiş değiller.

Sol’un amacı Marksist-Leninist (Diğer fraksiyonları da sayabiliriz) bir Sistem kurmaktı. Devleti yıkmak gibi bir düşünceleri (en azından birincil olarak) yoktu. Sol , rejimi yıkmak ve kendi rejimini egemen kılmak için mevcut sistemle mücadele ederken , devletle rejimi ayırt edemeyen ya da etmeyen ve devleti savunduğunu sanan Ülkücüleri karşısında buluverdi. Daha doğrusu Rejim ; kendisi ile Solun arasına Ülkücüleri yerleştirerek meydandan çekildi. Meydandan çekilme 12 Eylül 1980 gecesi saat 03.00 a kadar sürdü. Rejim “Our Boys- (Amerikalıların tabiriyle Bizim Çocukları)” önderliğinde yeniden meydana indiğinde her iki taraf içinde vakit çok geçti.

İhtilal dönemi ve sonrasında yaşanan süreç ve Sovyetler Birliğinin dağılması Solun taktik değiştirmesine sebep oldu. 1970’lerde Söke dağlarında silahla dolaşıp eylem yapan ve Marksist-Leninist ihtilal yapmaya çalışan , Bekaa Vadisinde Ermeni Asala Örgütü üyeleri ile birlikte eğitim alan Oral Çalışlar (Kendisi Tv de canlı yayında arkadaşlarının bunu yaptığını ikrar etti ancak kendisinin Söke Dağlarına çıkmadığını söyledi), Cengiz Çandar’lar gibi 68 kuşağı mensupları amaçlarına dağlarda ellerinde tüfekle dolaşarak ulaşmalarının mümkün olmadığını geç de olsa anladılar. Bu durumu algılayan Sol taktik değiştirerek Rejimle barıştı en azından barışmış gibi göründü. Bu durum “Sol” ile sistemin etkileşmesi sonucunu doğurdu. Sol , sisteme adapte olurken diğer taraftan da sistemi düşünce dünyasında kendine doğru çekti. Sisteme “Ulusalcılık” gibi yeni argümanlar ekledi. Bu yeni argümanları sistemin dolayısı ile devletin esaslı argümanları haline getirdi. Atatürk İlkelerinden “Milliyetçiliğin” (CHP’nin 6 Ok’undan bir tanesidir aynı zamanda) adı anılmazken (İlginçtir CHP de 6 Ok’u sayarken “Milliyetçilik” yerine “Ulusalcılık” kavramını kullanmaktadır.) “Ulusalcılık” Sol’un , Sistemin ve Devletin temel değeri gibi algılanır oldu. Sistemin Devletle iç içe girmiş olması (en azından görünürde) ve solun buna eklemlenmesi sonucu bugün itibarı ile sistemde (dolayısı ile devlette) ağırlıklı güç sol’un elindedir.Ve maalesef yapıda muktedir olan 68 kuşağı ve uzantılarıdır. Bir anlamda 80 ihtilalinden sonra sistem sol tarafından ele geçirilmiştir.

Devlet (aslında Sistem) tarafından Ulusalcılık = Milliyetçilik gibi lanse edilince , Devletten gelen her şeye “Başım ,Gözüm Üstüne” mantığı ile kabul etmeyi alışkanlık haline getirmiş olan Ülkücüler , temelde birbiriyle çatışan iki kavram olan Milliyetçilik ve Ulusalcılığı bir kavram gibi algılayıp Ulusalcılara yaklaşma yolunu tuttular. Son dönemde karşılaştığımız MHP-CHP yakınlaşması bunun tezahürüdür. Bu yakınlaşmanın temel nedeni Ülkücülerin hata yapmaya devam etmeleri ve yönetici Ülkücü elitin(!) olayları ve kavramları yanlış değerlendirmeleridir.

Bir anlamda sistemin köşe başlarını eline geçiren , devletin ve rejimin kaymağını yiyen Sol Aydın(ımsı) kesim statükonun devamı için “Laik Milliyetçilik” söylemlerini gündeme getirmekte ve Ülkücülerin en azından bir kısmı da devlet cenahından (!) gelen bu sese maalesef kulak vermektedir. Hatta bir zamanlar düşman olduklarını sandıkları (!) Sol’un da Milliyetçi olduğunu sanarak sevinmektedir.

İşin garip tarafı bu şaşı bakış açısına sahip bir çok insan BBP çatısı altında da bulunmakta ve yaşanan süreçte Ulusalcılara sempati ile bakabilmektedir.

Rejimle düşüncesini özdeşleştiren Sol , “Ulusalcılık” kisvesi altında vatandaşı devlete sahip çıkmaya çağırmaktadır. Devlet elden gidiyor derken aslında korumak istedikleri yapının sistem olduğunu saklamaya çalışmakta ve bunu da büyük oranda başarmaktadır.

Sistemin devamı ve ayakta kalması ve sorgulanmaması için öncelikle bir gerginlik ve çatışma ortamının oluşması gerekiyordu. Tek parti dönemi , 60 ihtilali , 71 muhtırası, 80 öncesi yaşanan çatışma ortamı , 80 İhtilali ve özellikle 1990’dan sonra PKK ve uzantılarının yaptığı eylemler bu gerginlik ve çatışma ortamını sağlandı. Bu ortamın sağlanmasında Ulusalcı (!) sol’un katkısı inkar edilemez. 1992-1994 yılları arası Güneydoğu Anadolu Bölgesinde PKK’nın inisiyatifi altında geçti. (SHP nin iktidar ortağı olmasının bu duruma katkısı mutlaka araştırılmalıdır) 1995 yılında PKK inisiyatifinin kırılması ile rahatlayacağımızı düşünürken bu kez de ortaya kendi vatandaşının neredeyse yarısından fazlasını potansiyel tehlike olarak algılayan ve başta güneydoğu olmak üzere devletin varlığı ve birliği için kan dökmekten çekinmeyen Mehmetlerin Anasını , Bacısını PKK ile bir tutan hatta bir ara bu grubu ve Milliyetçileri Devletin (!) resmi söyleminde PKK dan bile öncelikli tehlike olarak nitelendiren 28 Şubat süreci çıktı. Bu süreç , 28 Şubat zihniyetinden doğan olan gayrisahih nesepli kişiler elinde, hala devam etmektedir. Sol bütün imkanları ile bu sürecin oluşmasında ve devamında “Ulusalcı” kimliği ile yeralmıştır.

İşin ilginç tarafı sistem ne zaman sıkışsa devletin varlığı tehlikede , vatan elden gidiyor diye bağırıp gariban Anadolu evlatlarını cephelere sürmekte ve oralarda kırdırmaktadır. Ancak tehlike geçer geçmez aynı vatan evlatları potansiyel tehlike olarak vitrine konmakta ve bir kenara atılmaktadır. 2000’li yıllarda manevi değerlerde yaşanan erozyon sistem için çarpışacak eleman sayısında azalmaya sebep olunca Anadolu’nun saf (her iki anlamda da kullanılmıştır) ve yiğit evlatlarını harekete geçirmek için çalışmalara başlamış ve bir anda Devletin (sistemin) resmi kanalında Kınalı Kuzular , Dede Korkut Hikayeleri gibi Vatandaşın milliyetçilik damarlarını okşayan filmler türetilivermiştir. (Ahmet Yenilmez ustamız kuşkusuz kızacak bize…) Amaç bellidir. Sisteme canını verecek “kanla boyanmış (kınalanmış) kuzular yetiştirmek.” . Ve gariptir kınalı kuzuları PKK’ya karşı cepheye süren Sistemin Yöneticileri ve Sivil- Asker Bürokrat ile Bekaa Vadisinde PKK başkanının elini sıkmak için bir zamanlar kuyruğa giren Aydın , Parti Başkanı-temsilcileri , Sivil Toplum Örgütü yetkilileri (Tamamı Sol cenahta yeralmakta) Ulusalcılar bugüne kadar bir tek şehit cenazesinde bulunmamışlar bir tek şehit ailesinin evine ziyarete gitmemişlerdir. Ve yine gariptir ki bu sayılan gruptan hiç kimsenin yakını bugüne kadar şehitlik mertebesine erişemediği gibi (ne şanssız adamlarmış(!)) yaralanıp gazi dahi olamamışlardır. Hatta sıcak bölgelere giden yakınlarına bile rastlanamamıştır. (Haklarını yemeyelim 08 Nisan 2007 tarihinde Bitlis’te şehit olan Asteğmenin Ankara Elmadağ’daki cenaze törenine Asker-Bürokrat kesim katılmıştır. Önümüzdeki ay içerisinde yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminin bunda davranışta katkısı var mı? Sorusunu sormaktan kendimi alamıyorum bir türlü.)
Maalesef Sistem kendi güvenliğini her koşul ve şart altında Milletin güvenliğinden önce ve üstün tutmuştur ve tutmaktadır. Ve yine maalesef ki milletin güvenliğini kendi güvenliğine feda ederken araç olarak Ülkücüleri kullanmıştır. Bizler Devlete sahip çıkalım derken birileri de bizimle devletin kuşatıldığından dem vurmaktaydı. Aynı kişilerin 14 Nisanda Cumhuriyeti Koruma Mitingi (Vatanı ya da Devleti Değil) düzenlemek için çalışmaları , birkaç ay öncesine kadar devlet elden gidiyor lafını dilinden düşürmeyen Ulusalcı YÖK Başkanı ve üyelerinin Devlet’in kuşatılmışlığı konusunu esgeçip Cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda açıklama yapıp tavır almaları ve Cumhuriyete sahip çıkılması için çağrılar yapmaları bu düşüncemizi kuvvetlendirmekte ve “Devlet elden gidiyor kalk ey Ehl-i Vatan” diye bağıran bir grup insanın aslında vatandan ziyade sistemi ve sistem içerisinde elde ettikleri mevziileri koruma peşinde olduklarını ve şahsi ve ideolojik menfaatlerini devletin de milletin de menfaatlerinden üstün tuttuklarını göstermektedir.
Gelinen noktada Milliyetçiliğin Millet tarafında mı yeralacağız yoksa Milliyetçiliğin Devlet tarafında yeralmaya devam edip kendimizi ve Milleti , Devletin ismi arkasına saklanan ve cefasını çekmeden devletin kaymağını yiyen Sisteme feda etmeye devam mı edeceğiz?
Görünen o ki ; eski alışkanlıklarımıza devam ediyoruz. Ve bu kez Devleti (Sistemi) koruma ve kollama görevi BBP ‘ye ihale edilmeye çalışılmaktadır.

Niçin BBP ?
Bugünkü MHP yönetimi altında Ülkücü Hareketin MHP kanadı Sistemin kapısındaki uysal Kurt (!) pozisyonuna indirgenmiştir. Sistem öncelikle uysal olmayanı kullanmak ve hem kendini korumak hem de bu şekilde ne zaman ne yapacağını tam olarak bilinemeyen BBP kanadından kurtulmayı düşünmektedir. BBP kanadı Sisteme yönelik saldırıları önleyemezse o zaman MHP kanadı cepheye sürülecektir. Ve ancak MHP kanadının bitirilmesinden sonra Sistem kendi kuvvetlerine müracaat edecektir. Maşalar varken ateşe atılmaya hiç gerek yoktur.
...
Uyan Ey Ülkücü ! … Devlet soyut bir varlıktır ve hükmedebildiğin kadar senindir.