MEHMET BUĞRA
Tarih: 10 Nisan 2007 _IO_TUESDAY (www.alperence.org sitesinde yayınlanmıştır)
Tarih: 10 Nisan 2007 _IO_TUESDAY (www.alperence.org sitesinde yayınlanmıştır)
Devlet (?)
Bir taraftan Türkiye Cumhuriyeti’nin 85. kuruluş
yıldönümünü kutlamaya hazırlanırken diğer taraftan Yargıtay , Danıştay, Polis
Teşkilatı , Posta İdaresi gibi Devletin görünen yüzü olan ve bir anlamda yapıya
“Devlet” denilmesini sağlayan kurumların aşağı yukarı 150.yıllarını
kutlayacağız.
85 yıl önce kurulan bir devletin 150 yıllık kurumunun
bulunması akıl ve mantıkla izah edilebilir mi?
Hayır.
O halde bu durum neden kaynaklanıyor?
I. Dünya Savaşı sonunda Anadolu ve Doğu Trakya’ya
sıkışmış Osmanlı coğrafyasının kısmen istilaya uğraması üzerine Padişah’ın
İrade-i Seniyesi ile güvenli bölgelere (Orta Anadolu) çekilen bir grup Osmanlı
subay ve bürokratı, işgal edilen bölgeleri düşmandan temizlemek ve devletin
devamını sağlamak amacıyla yeni bir hareket başlattı.
Hepimizin İnkılap Tarihi kitaplarından bildiği gibi
Anadolu düşmandan temizlendi. Ancak düşmana karşı savaşan Ankara yönetimi bir
anlamda “Askeri Darbe” yaparak ve İstanbul’da bulunan Padişah ve hükümeti
tasfiye ederek yönetimi elegeçirdi. Devlete ve kurumlarına dokunulmadı. Başkent
; İstanbul’dan Ankara’ya taşındı. Tabii devleti oluşturan kurumlarla bu
kurumlarda görevli bürokratlarda.
Aslında yapılan yeni bir devlet kurma değil devletin
“İsmini , Başkentini ve en önemlisi de “Sistemini (Rejim)” değiştirmesiydi.
Rejimin değiştirilmesinden sonra bunun geniş halk kitlelerine benimsetilmesi
gerekiyordu. Öncelikle yapının yeni bir devlet olduğu fikri ön plana çıkartılıp
Devlet ve Rejim (sistem) kavramları aynileştirildi. Her Rejim kendi
meşruiyetini sağlamak zorundadır. Bunu sağlamanın ilk yolu da kendisine bir
düşman ihdas etmektir. O dönemde kendi vatandaşının bir kısmını kendine düşman
seçen ve vatandaşı ile mücadele eden Rejim (bu güne kadar bu huyundan
vazgeçemedi.) , jakoben tek parti dönemi ile vatandaşı baskı altına alarak
vatandaşın bu değişikliğe tepki vermesini engelledi. Rejim kendisine yönelen
her tehdidi ve yapılan her saldırıyı “Devlet”e yapılmış bir tehdit ve saldırı
olarak nitelendirerek ve kendini devletle aynileştirerek vatandaşı ikna etmeyi
(!) bir anlamda başardı.
…
Her Milliyetçiliğin “Devletçi” bir yönü ve boyutu
vardır. Milliyetçiliğin bu boyutu ve Ülkücülerde bulunan “Devlet-i Ebed Müddet”
ve “Devlet Bizim Devletimizdir” anlayışı Ülkücüleri her şart ve platformda
sorgulamadan ve düşünmeden Devlete destek olmaya götürdü. Ülkücüler devlete
sahip çıktıklarını ve koruduklarını sanırken aslında Rejime sahip çıktıklarının
ve pek çok uygulamasını beğenmedikleri sistemi koruduklarının farkına
varamadılar.
Gariptir. Hala da varabilmiş değiller. Hala 1980
öncesinin Fikri anlamda Muhasebesini yapabilmiş değiller. 80 öncesinde “Sol” un
ısrarla Ülkücü Harekete yüklenmesinin sebebini anlayabilmiş değiller.
Sol’un amacı Marksist-Leninist (Diğer
fraksiyonları da sayabiliriz) bir Sistem kurmaktı. Devleti yıkmak gibi bir
düşünceleri (en azından birincil olarak) yoktu. Sol , rejimi yıkmak ve kendi
rejimini egemen kılmak için mevcut sistemle mücadele ederken , devletle rejimi
ayırt edemeyen ya da etmeyen ve devleti savunduğunu sanan Ülkücüleri karşısında
buluverdi. Daha doğrusu Rejim ; kendisi ile Solun arasına Ülkücüleri
yerleştirerek meydandan çekildi. Meydandan çekilme 12 Eylül 1980 gecesi saat
03.00 a kadar sürdü. Rejim “Our Boys- (Amerikalıların tabiriyle Bizim
Çocukları)” önderliğinde yeniden meydana indiğinde her iki taraf içinde vakit
çok geçti.
İhtilal dönemi ve sonrasında yaşanan süreç ve
Sovyetler Birliğinin dağılması Solun taktik değiştirmesine sebep oldu.
1970’lerde Söke dağlarında silahla dolaşıp eylem yapan ve Marksist-Leninist
ihtilal yapmaya çalışan , Bekaa Vadisinde Ermeni Asala Örgütü üyeleri ile
birlikte eğitim alan Oral Çalışlar (Kendisi Tv de canlı yayında arkadaşlarının
bunu yaptığını ikrar etti ancak kendisinin Söke Dağlarına çıkmadığını söyledi),
Cengiz Çandar’lar gibi 68 kuşağı mensupları amaçlarına dağlarda ellerinde
tüfekle dolaşarak ulaşmalarının mümkün olmadığını geç de olsa anladılar. Bu
durumu algılayan Sol taktik değiştirerek Rejimle barıştı en azından barışmış gibi
göründü. Bu durum “Sol” ile sistemin etkileşmesi sonucunu doğurdu. Sol ,
sisteme adapte olurken diğer taraftan da sistemi düşünce dünyasında kendine
doğru çekti. Sisteme “Ulusalcılık” gibi yeni argümanlar ekledi. Bu yeni
argümanları sistemin dolayısı ile devletin esaslı argümanları haline getirdi.
Atatürk İlkelerinden “Milliyetçiliğin” (CHP’nin 6 Ok’undan bir tanesidir aynı
zamanda) adı anılmazken (İlginçtir CHP de 6 Ok’u sayarken “Milliyetçilik”
yerine “Ulusalcılık” kavramını kullanmaktadır.) “Ulusalcılık” Sol’un , Sistemin
ve Devletin temel değeri gibi algılanır oldu. Sistemin Devletle iç içe girmiş
olması (en azından görünürde) ve solun buna eklemlenmesi sonucu bugün itibarı
ile sistemde (dolayısı ile devlette) ağırlıklı güç sol’un elindedir.Ve maalesef
yapıda muktedir olan 68 kuşağı ve uzantılarıdır. Bir anlamda 80 ihtilalinden
sonra sistem sol tarafından ele geçirilmiştir.
Devlet (aslında Sistem) tarafından Ulusalcılık =
Milliyetçilik gibi lanse edilince , Devletten gelen her şeye “Başım ,Gözüm
Üstüne” mantığı ile kabul etmeyi alışkanlık haline getirmiş olan Ülkücüler ,
temelde birbiriyle çatışan iki kavram olan Milliyetçilik ve Ulusalcılığı bir
kavram gibi algılayıp Ulusalcılara yaklaşma yolunu tuttular. Son dönemde
karşılaştığımız MHP-CHP yakınlaşması bunun tezahürüdür. Bu yakınlaşmanın temel
nedeni Ülkücülerin hata yapmaya devam etmeleri ve yönetici Ülkücü elitin(!)
olayları ve kavramları yanlış değerlendirmeleridir.
Bir anlamda sistemin köşe başlarını eline geçiren ,
devletin ve rejimin kaymağını yiyen Sol Aydın(ımsı) kesim statükonun devamı
için “Laik Milliyetçilik” söylemlerini gündeme getirmekte ve Ülkücülerin en
azından bir kısmı da devlet cenahından (!) gelen bu sese maalesef kulak
vermektedir. Hatta bir zamanlar düşman olduklarını sandıkları (!) Sol’un da
Milliyetçi olduğunu sanarak sevinmektedir.
İşin garip tarafı bu şaşı bakış açısına sahip bir çok
insan BBP çatısı altında da bulunmakta ve yaşanan süreçte Ulusalcılara sempati
ile bakabilmektedir.
Rejimle düşüncesini özdeşleştiren Sol , “Ulusalcılık”
kisvesi altında vatandaşı devlete sahip çıkmaya çağırmaktadır. Devlet elden
gidiyor derken aslında korumak istedikleri yapının sistem olduğunu saklamaya
çalışmakta ve bunu da büyük oranda başarmaktadır.
Sistemin devamı ve ayakta kalması ve
sorgulanmaması için öncelikle bir gerginlik ve çatışma ortamının oluşması
gerekiyordu. Tek parti dönemi , 60 ihtilali , 71 muhtırası, 80 öncesi yaşanan
çatışma ortamı , 80 İhtilali ve özellikle 1990’dan sonra PKK ve uzantılarının
yaptığı eylemler bu gerginlik ve çatışma ortamını sağlandı. Bu ortamın
sağlanmasında Ulusalcı (!) sol’un katkısı inkar edilemez. 1992-1994 yılları
arası Güneydoğu Anadolu Bölgesinde PKK’nın inisiyatifi altında geçti. (SHP nin
iktidar ortağı olmasının bu duruma katkısı mutlaka araştırılmalıdır) 1995
yılında PKK inisiyatifinin kırılması ile rahatlayacağımızı düşünürken bu kez de
ortaya kendi vatandaşının neredeyse yarısından fazlasını potansiyel tehlike
olarak algılayan ve başta güneydoğu olmak üzere devletin varlığı ve birliği
için kan dökmekten çekinmeyen Mehmetlerin Anasını , Bacısını PKK ile bir tutan
hatta bir ara bu grubu ve Milliyetçileri Devletin (!) resmi söyleminde PKK dan
bile öncelikli tehlike olarak nitelendiren 28 Şubat süreci çıktı. Bu süreç , 28
Şubat zihniyetinden doğan olan gayrisahih nesepli kişiler elinde, hala devam
etmektedir. Sol bütün imkanları ile bu sürecin oluşmasında ve devamında
“Ulusalcı” kimliği ile yeralmıştır.
İşin ilginç tarafı sistem ne zaman sıkışsa devletin
varlığı tehlikede , vatan elden gidiyor diye bağırıp gariban Anadolu
evlatlarını cephelere sürmekte ve oralarda kırdırmaktadır. Ancak tehlike geçer
geçmez aynı vatan evlatları potansiyel tehlike olarak vitrine konmakta ve bir
kenara atılmaktadır. 2000’li yıllarda manevi değerlerde yaşanan erozyon sistem
için çarpışacak eleman sayısında azalmaya sebep olunca Anadolu’nun saf (her iki
anlamda da kullanılmıştır) ve yiğit evlatlarını harekete geçirmek için
çalışmalara başlamış ve bir anda Devletin (sistemin) resmi kanalında Kınalı
Kuzular , Dede Korkut Hikayeleri gibi Vatandaşın milliyetçilik damarlarını
okşayan filmler türetilivermiştir. (Ahmet Yenilmez ustamız kuşkusuz kızacak
bize…) Amaç bellidir. Sisteme canını verecek “kanla boyanmış (kınalanmış)
kuzular yetiştirmek.” . Ve gariptir kınalı kuzuları PKK’ya karşı cepheye süren
Sistemin Yöneticileri ve Sivil- Asker Bürokrat ile Bekaa Vadisinde PKK
başkanının elini sıkmak için bir zamanlar kuyruğa giren Aydın , Parti
Başkanı-temsilcileri , Sivil Toplum Örgütü yetkilileri (Tamamı Sol cenahta
yeralmakta) Ulusalcılar bugüne kadar bir tek şehit cenazesinde bulunmamışlar
bir tek şehit ailesinin evine ziyarete gitmemişlerdir. Ve yine gariptir ki bu
sayılan gruptan hiç kimsenin yakını bugüne kadar şehitlik mertebesine
erişemediği gibi (ne şanssız adamlarmış(!)) yaralanıp gazi dahi olamamışlardır.
Hatta sıcak bölgelere giden yakınlarına bile rastlanamamıştır. (Haklarını
yemeyelim 08 Nisan 2007 tarihinde Bitlis’te şehit olan Asteğmenin Ankara
Elmadağ’daki cenaze törenine Asker-Bürokrat kesim katılmıştır. Önümüzdeki ay
içerisinde yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminin bunda davranışta katkısı var
mı? Sorusunu sormaktan kendimi alamıyorum bir türlü.)
…
Maalesef Sistem kendi güvenliğini her koşul ve şart
altında Milletin güvenliğinden önce ve üstün tutmuştur ve tutmaktadır. Ve yine
maalesef ki milletin güvenliğini kendi güvenliğine feda ederken araç olarak
Ülkücüleri kullanmıştır. Bizler Devlete sahip çıkalım derken birileri de
bizimle devletin kuşatıldığından dem vurmaktaydı. Aynı kişilerin 14 Nisanda Cumhuriyeti
Koruma Mitingi (Vatanı ya da Devleti Değil) düzenlemek için çalışmaları ,
birkaç ay öncesine kadar devlet elden gidiyor lafını dilinden düşürmeyen
Ulusalcı YÖK Başkanı ve üyelerinin Devlet’in kuşatılmışlığı konusunu esgeçip
Cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda açıklama yapıp tavır almaları ve Cumhuriyete
sahip çıkılması için çağrılar yapmaları bu düşüncemizi kuvvetlendirmekte ve
“Devlet elden gidiyor kalk ey Ehl-i Vatan” diye bağıran bir grup insanın
aslında vatandan ziyade sistemi ve sistem içerisinde elde ettikleri mevziileri
koruma peşinde olduklarını ve şahsi ve ideolojik menfaatlerini devletin de
milletin de menfaatlerinden üstün tuttuklarını göstermektedir.
…
…
Gelinen noktada Milliyetçiliğin Millet tarafında mı
yeralacağız yoksa Milliyetçiliğin Devlet tarafında yeralmaya devam edip
kendimizi ve Milleti , Devletin ismi arkasına saklanan ve cefasını çekmeden
devletin kaymağını yiyen Sisteme feda etmeye devam mı edeceğiz?
…
…
Görünen o ki ; eski alışkanlıklarımıza devam ediyoruz.
Ve bu kez Devleti (Sistemi) koruma ve kollama görevi BBP ‘ye ihale edilmeye
çalışılmaktadır.
Niçin BBP ?
Bugünkü MHP yönetimi altında Ülkücü Hareketin MHP kanadı Sistemin
kapısındaki uysal Kurt (!) pozisyonuna indirgenmiştir. Sistem öncelikle uysal
olmayanı kullanmak ve hem kendini korumak hem de bu şekilde ne zaman ne
yapacağını tam olarak bilinemeyen BBP kanadından kurtulmayı düşünmektedir. BBP
kanadı Sisteme yönelik saldırıları önleyemezse o zaman MHP kanadı cepheye
sürülecektir. Ve ancak MHP kanadının bitirilmesinden sonra Sistem kendi
kuvvetlerine müracaat edecektir. Maşalar varken ateşe atılmaya hiç gerek
yoktur....
Uyan Ey Ülkücü ! … Devlet soyut bir varlıktır ve hükmedebildiğin kadar senindir.