MEHMET BUĞRA
Tarih: 20 _NOVERMBER 2006 _IO_MONDAY(www.alperence3.org sitesinde yayınlanmıştır)
Teknolojinin ve iletişim araçlarında
yaşanan gelişmeler kişiler arasındaki mesafeleri ortadan kaldırdığı gibi
kültürler arasındaki mesafeleri de ortadan kaldırmaktadır. Globalleşen
(aslında “yuvarlaklaşan (!)” ) dünyada etkileşim daha çok kültürler
üzerinde olmaktadır. Bugün itibarı ile etkileşen kültürlerden etken kültürü
, öncülüğünü ABD’nin yaptığı “Anglo-sakson kültürü” teşkil etmektedir.
Edilgen tarafı ise maalesef Türk Kültürünün de içinde bulunduğu diğer
kültürler oluşturmaktadır.Milletleri oluşturan en önemli unsurlardan biri
kültürdür. Kültürü oluşturan temel unsurlarda Dil ve Din unsurlarıdır.
Kültürler arasındaki etkileşim arttıkça edilgen kültürlerde bozulmalar
başlamakta ve etken kültür ögeleri önplana çıkmaktadır. Bugün
müstemlekelerde ancak görülebilecek bir uygulama ile Anaokullarına kadar
İngilizce eğitiminin girmesi neticesinde özellikle büyük şehirlerimizde
ilköğretim yaşlarındaki çocuklarımız Amerikan aksanı ile ve sınırlı sayıda
kelime ile Türkçe konuşmaktadır. Yine giyim tarzı ve görüntü olarakta
Amerikan giyim tarzı ve görüntüsü dikkat çekmektedir.Dil hususundaki bu
etkileşimi kenara bırakarak Din hususundaki etkileşim konusuna dikkat çekmek
istiyoruz. Daha önce “Hangi Türk” yazımızla Millet mevhumu konusunda bir
beyin fırtınası oluşturmak istemiştik Bu kez “Hangi İslam” sorusunu gündeme
getirerek Din hususunda aynı beyin fırtınasını oluşturmayı amaçlıyoruz. Bu
yazı aynı zamanda bundan sonra yazmayı düşündüğümüz yazımıza da hazırlık
mahiyeti taşımaktadır.
Evet “Hangi İslam”
Kendimize din olarak seçtiğimiz ve
inandığımız “İSLAM” dininden ne anlıyoruz. “İslam Fıtratı” üzerine
doğduğumuz hakikati ortada iken İslam Fıtratının içerisinde neler var ve
“İslam Fıtratı ve İslam Dininin içeriğini” nasıl algılıyoruz.İnsanlar pek
çok hususu okulda öğrenirken konu “Din” olunca öğrenme şekil ve şartları
değişmektedir. Din hususunda eğitim okuldan ziyade çok küçük yaşlarda
ailede başlamaktadır.Dinin ,ahlaka ilişkin hükümleri de yine aynı dönemde
aile ve toplumda öğretilmekte ve çocuk okula dini altyapısının en azından
bir kısmını almış olarak başlamaktadır. Asıl bilgileri edineceği yaşlarda
ise Laik-Jakoben sisteme takılmakta ve bu dönemin başından itibaren dini
bilgisi üzerine ,dine ihtiyaç duyacağı yaşlara kadar (ki bu yaşlar emekli
olmasından sonra yaşadığı uzatmalar dönemidir), herhangi bir bilgi
ekleyememektedir. Okul çağında verilen bilgiler ise sistemin müsaade ettiği
sınırlar içerisinde daha çok devlet büyüklerinin din hakkındaki düşünce ve
görüşleri ile soyut ve ahlak temeline dayanan bilgilerdir.
Tekrar aynı noktaya dönüyoruz. Her
çocuk İslam Fıtratı üzerine doğar. Ancak doğduğu andaki orijinal İslam
Fıtratı hayatı boyunca değişmeden devam eder mi?Öncelikle temel bilgilerin
alındığı ailede Anne-Babanın İslamı anlayışı ve algılayışı bir anlamda
genetik bir karakter taşıyormuşcasına çocuğa geçirilmektedir. Bu dönemde
diğer aile fertlerininde çocuğun dini bilgisi üzerinde etkileri
olmaktadır.Okul çağına gelmesi ile birlikte kişi üzerindeki etkiler mahiyet
değiştirmekte ayrıca sayı ve yoğunluk olarakta artmaktadır. Okula adım
atılır atılmaz din eğitiminde ailenin yerini Okul-Öğretmen ve kısmende
arkadaşlar almaktadır. Özellikle okul-öğretmen konusu dikkate değer
özellikler taşımaktadır. Bir kere öğretmen kendi şahsi din (aynı zamanda
siyasi ) telakkisini çocuğa aktarırken aynı anda sistemin (yönetici elitin
) düşünce yapısını da aktarmaktadırlar.
Belirli bir olgunluğa erişen kişiye
karşı başka etki unsurları da faaliyete geçmekte ve kişi Sistem’in etkisi
ile başbaşa kalmaktadır.Sistem bir taraftan kendi düşünce yapısını eğitim
kurumları vasıtasıyla vatandaşına zorla şırınga ederken diğer taraftan da
“Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB)” gibi bir kurumu kullanarak insanların
kendi telakkisi ve bakış açısı dışında bir telakkiye ya da bakış açısına
sahip olmamasına gayret etmektedir. Özellikle Sünni Müslümanlar “DİB”
vasıtasıyla sistemin belirlediği sınırlar içerisinde disiplin altına
alınmışlardır. Müslümanlar, DİB’i kullanan sistemin çalışmaları sonucu
bilgi kırıntıları ile bilgilendirilmekte(!) hem ailede aldıkları bilginin
üzerine bilgi ekleme şansını kaybetmekte hem de diğer bilgi kaynaklarına
itibar etmemektedir.Şuanda AKP milletvekili olan zamanın DİB Başkanı Tayyar
Altıkulaç’ın 1980 ihtilalinden hemen sonra Ülkemizdeki Cemaat ve Tarikatlar
hakkında raporlar düzenleyerek Evren ve ekibine ispiyonlaması , Kadının
örtünmesi hususunun İslam’ın emri olup olmadığı konusunda yıllardır süren
tartışmalara rağmen İslam Dini hakkında Devlet katında en yüksek bilgi ve
çalışma makamı olan DİB’in sessiz kalması ve bu konuda meydanı 4 tane
zibidiye bırakması, Başörtülü bayanların meşruiyetlerini ispatlamak için (
Din konusuna münhasır olmak kaydıyla burada bir tartışma ortamı açmak
istiyorum. Dinin emri olması ve dini yaşamak niyetiyle yapılan bir
uygulamanın/ibadetin meşruiyetinin siyasi mülahazalarla karar veren ve
senin inancına hiçte sıcak bakmayan bir insan grubunun vereceği bir kararın
sonucuna bağlanması ve inancımızın meşruiyetini kendi imanımız dışında
başka kapılarda aramamız ne kadar doğrudur? Bu tartışma konusunu açarken
hiçbir şekilde AİHM’ne müracaat eden başörtülü kardeşlerimizin
eleştirilmesi amaçlanmamıştır.) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yollarını
aşındırdığı bir dönemde bu meşruiyeti yapacağı bir açıklama ile
sağlayabilecek olan bir kurumun “üç maymunu” oynaması ve kendini Diyanet
Vakfının mali getirisi içerisine hapsetmesi ve sistemin istediği anlarda ve
sistemin istediği oranda dışarı çıkıp inisiyatif kullanması ,Yine İslam
dini hususunda devleti yönetenleri yönlerdirmesi ve gerekirse İslam’ın emir
ve yasaklarına uyulması hususunda sistemle kavga etmesi gerekirken devleti
yönetenlerin düşünce ve emirlerini(!) Cuma hutbeleri vasıtasıyla
müslümanlara empoze etmesi, vs.vs. tüm bu anlattıklarımızı
doğrulamaktadır.(Kontrol dışında olan Alevi kardeşlerimizinde ısrarla DİB
bünyesinde oluşturulacak bir yapı ile bu çemberin içerisine girmeye
çalışmaları oldukça ilginç bir durum.)
Dini nasıl algılamamız gerektiği
hususu Ankara’da oturan birileri tarafından belirlenmekte ve ne yapmamız
gerektiği bildirilmektedir. Bu şahsın belirlediği rolün dışında roller
üstlenmemiz ya da başka replikleri okumamıza müsaade edilmemektedir. Din
konusunda bilgisi ve yeterliliği olmayan birileri çıkıp bizim neye , nasıl
ve ne kadar inanmamız gerektiğine karar vermektedir. Kendisinin belirlediği
düşünce dışında düşünceye sahip olanları adeta aforoz etmektedir. Beni
kendisi gibi inanmaya ve yaşamaya zorlamakta ve bu hakkı kendinde
görmektedir. Düşünceleri renklerle (ak-kara ,beyaz-siyah (Kara ve Siyah
renk değildir ,renksizliği ifade eder ki bunu bile bilmezler) ,sıfatlarla
(aydınlık-karanlık, radikal-ılımlı vs.vs.) ifade etmekte ve kendi gibi
düşünmeyenleri gerek devlet erki gerekse bu erk vasıtasıyla elinde tuttuğu
büyük medya gücüyle baskı altında tutmakta ve toplumdan soyutlamaktadır.Sistem
bütün bu baskıları “Laiklik” adı altında yapmaktadır. Laiklik sıfatının
içeriği kullanıldığı ülkelerde sistemler tarafından kendi yapılarına göre
doldurmaktadır. Ülkemizde içi “Din ve Devlet İşlerinin ayrılması” olarak
doldurulmuştur. Burada hemen sormak lazım “Din işi ile devlet işi ayrılmış
ise bir devlet kurumu olan “DİB” neyin nesidir. Devlet dini kendisinden
ayırıyorsa “DİB”i ne amaçla ihdas etti ve bugüne kadar kullandı ve
kullanmaya da devam ediyor. “Laiklik” ilkesini sistem kendi eliyle
zedelemektedir.Sanılanın aksine “Laiklik” serbestlikten ziyade baskı unsuru
içerir. Baskı “Laiklik”in yapısında mevcuttur. Laiklik konusunda yazılan
yazılarda maalesef bu unsur gösterilmemektedir. Köşe komşum Sayın Nevin
ZEYTİNELİ Hanımefendi de “Ahlak,Hukuk ve Başörtüsü Yasağı” isimli yazısında
(muhtemelen) dikkatsizliği sonucu bu “baskı” boyutunu es geçmiştir.
Sovyetler Birliği’de “Laiklik” ilkesinin hakim olduğu bir ülke idi ve
hertürlü dinin propagandası yasak iken hertürlü dinsizlik propagandası
serbestti.Ve devlet bizzat kendisi bu propagandayı yapıyor ve
yaptırıyordu.Avrupa’da devletin temel nitelikleri içerisinde bugün
“Laiklik” ilkesini zikreden iki (Türkiye ve Fransa) ülkenin bulunmasının
tek sebebi daha özgürlükçü düşünen ülkelerin vatandaşlarını bu baskıdan
kurtarmak istemeleridir. Ülkemizde “Gerçek Laiklik” olarak talep edilen
düşünce “Laiklik” değil “Sekülarizm”dir. Sekülarizm konusu başlı başına bir
yazıya konu olacağından burada üzerinde durmayacağım.
Sistemin dini hayat üzerinde etkileri
devam ederken birde diğer dinlerin ve güç gruplarının etkisi sözkonusudur.
Özellikle Hrıstiyanlığın Protestan mezhebine mensup kuruluşlar kendi
inançlarını yaymak , o olmazsa diğer insanları kendi düşünce yapılarına
uygun dini telakkilere çekebilmek için bütün imkanlarını kullanmaktadır.
Sulandırılmış bir dini anlayışın hakim olduğu Protestanlıkta her türlü
günahı işlemek nerede ise mübah olup günah çıkarma işlemi ile bu
günahlardan kurtulunmaktadır. Bütün kutsal değerler hafife alınmaktadır.
Boyuna takılan ve haç işaretinden mütevellit bir kolye ile din tam anlamı
ile yaşanabilmektedir(!). Bu insanlar yaşam tarzlarını dünyaya yaymak için
devletlerinin imkanlarınıda kullanarak diğer dinler üzerine
yüklenmektedir.Maalesef Ülkemiz bu Protestan grupların at oynattığı bir
alan haline getirilmiştir. İnsanımız dinini değiştirmese bile dini algılama
şeklini büyük oranda değiştirmiştir. Genç kızlarımız bugün göğüslerini
göstermekte beis görmemekte ve aynı protestanların yaptığı gibi üzerine
taktıkları “Allah” yazan bir kolye ile zevahiri kurtarmaya çalışmaktadır.
Bekaret yaşının 15’lere düştüğü , gayrimeşru birlikteliklerin hızla arttığı
,dinin bayram ,kandil ve mevlit okunması kadar dar çerçevede düşünüldüğü
bir toplum yapısı ile karşı karşıyayız.Protestan Hrıstiyanların
yerleştirmek istedikleri din anlayışı ile Sistemin “Laiklik” anlayışı büyük
oranda örtüşmekte olup “Sulandırılmış Bir İslam” anlayışı olarak
nitelendirebileceğimiz “Protestan İslam” anlayışını hem sistem hem de ABD
ve İngilterenin başını çektiği “Protestan Hrıstiyan Batı” tarafından hem
Türk toplumuna hemde tüm dünyaya pompalamaktadır.Yine ABD ve İngiltere ,
Müslümanları eğemenlikleri altına almak ve çizdikleri çizginin içerisinde
tutabilmek için kendi kontrollerinde “DİB” benzeri bir kurumu hayata
geçirmeye çalışmaktadırlar. Bu kurum “Hilafet” kurumudur. Bu ülkeler
kontrollerinde bir Hilafet kurumunun kurulması ve kendilerine bağlı bir
“Halife”yi bu kurumun başına geçirebilmek amacıyla bütün imkanlarını
kullanmaktadırlar. İstanbul’da Ceylan Otel’de 2006 yazında yapılan ve
Avrupa’daki Müslüman Topluluk Temsilcilerinin katıldığı (ATB de
katılmıştır) toplantıyı İngiltere Dışişleri Bakanlığının tertip etmesi bu
çabanın bir yansımasıdır. Yine bu ülkeler kafalarındaki İslam anlayışını
bazen teşvik ederek ama çoğu zaman zorla Müslümanlara dikte ettirmeye
çalışmaktadırlar. Bu anlayış “Ilımlı İSLAM"
Burada diğer İslami grupların ne
yaptıkları ya da yapmadıklarını bir kenara bırakarak biz hangi düşünce
yapısını esas alarak İslam’ı yaşayacağız. Türk-İslam Ülküsünde “Hangi
İslam’ı” esas alacağız ve zorla bize dikte ettirilmeye çalışılan
anlayışlara karşı nasıl mücadele edeceğiz.İçine doğup Anne-Babamızdan ve
çevremizden öğrendiğimiz (geçmişten gelen tüm hatalara ve yanlış
yorumlamalara rağmen) “Geleneksel İslam”ı mı?( Sistemin ve dış güçlerin
çalışmaları bu şekilde sürerse şimdi 10 yaşın altında bulunan çocukların
kendi çocuklarına anlatabilecekleri geleneksel bir İslam muhtemelen
bulunamayacaktır.
Yoksa gerek Sistemin gerekse Amerika
Birleşik Devletleri ve İngiltere’nin başını çektiği Batının dayattığı
“Protestan (ya da Ilımlı) İslam”ı mı?
|