11 Ağustos 2014 Pazartesi

HANGİ İSLAM?


MEHMET BUĞRA

Tarih: 20 _NOVERMBER 2006 _IO_MONDAY(www.alperence3.org sitesinde yayınlanmıştır)

Teknolojinin ve iletişim araçlarında yaşanan gelişmeler kişiler arasındaki mesafeleri ortadan kaldırdığı gibi kültürler arasındaki mesafeleri de ortadan kaldırmaktadır. Globalleşen (aslında “yuvarlaklaşan (!)” ) dünyada etkileşim daha çok kültürler üzerinde olmaktadır. Bugün itibarı ile etkileşen kültürlerden etken kültürü , öncülüğünü ABD’nin yaptığı “Anglo-sakson kültürü” teşkil etmektedir. Edilgen tarafı ise maalesef Türk Kültürünün de içinde bulunduğu diğer kültürler oluşturmaktadır.Milletleri oluşturan en önemli unsurlardan biri kültürdür. Kültürü oluşturan temel unsurlarda Dil ve Din unsurlarıdır. Kültürler arasındaki etkileşim arttıkça edilgen kültürlerde bozulmalar başlamakta ve etken kültür ögeleri önplana çıkmaktadır. Bugün müstemlekelerde ancak görülebilecek bir uygulama ile Anaokullarına kadar İngilizce eğitiminin girmesi neticesinde özellikle büyük şehirlerimizde ilköğretim yaşlarındaki çocuklarımız Amerikan aksanı ile ve sınırlı sayıda kelime ile Türkçe konuşmaktadır. Yine giyim tarzı ve görüntü olarakta Amerikan giyim tarzı ve görüntüsü dikkat çekmektedir.Dil hususundaki bu etkileşimi kenara bırakarak Din hususundaki etkileşim konusuna dikkat çekmek istiyoruz. Daha önce “Hangi Türk” yazımızla Millet mevhumu konusunda bir beyin fırtınası oluşturmak istemiştik Bu kez “Hangi İslam” sorusunu gündeme getirerek Din hususunda aynı beyin fırtınasını oluşturmayı amaçlıyoruz. Bu yazı aynı zamanda bundan sonra yazmayı düşündüğümüz yazımıza da hazırlık mahiyeti taşımaktadır.
Evet “Hangi İslam”
Kendimize din olarak seçtiğimiz ve inandığımız “İSLAM” dininden ne anlıyoruz. “İslam Fıtratı” üzerine doğduğumuz hakikati ortada iken İslam Fıtratının içerisinde neler var ve “İslam Fıtratı ve İslam Dininin içeriğini” nasıl algılıyoruz.İnsanlar pek çok hususu okulda öğrenirken konu “Din” olunca öğrenme şekil ve şartları değişmektedir. Din hususunda eğitim okuldan ziyade çok küçük yaşlarda ailede başlamaktadır.Dinin ,ahlaka ilişkin hükümleri de yine aynı dönemde aile ve toplumda öğretilmekte ve çocuk okula dini altyapısının en azından bir kısmını almış olarak başlamaktadır. Asıl bilgileri edineceği yaşlarda ise Laik-Jakoben sisteme takılmakta ve bu dönemin başından itibaren dini bilgisi üzerine ,dine ihtiyaç duyacağı yaşlara kadar (ki bu yaşlar emekli olmasından sonra yaşadığı uzatmalar dönemidir), herhangi bir bilgi ekleyememektedir. Okul çağında verilen bilgiler ise sistemin müsaade ettiği sınırlar içerisinde daha çok devlet büyüklerinin din hakkındaki düşünce ve görüşleri ile soyut ve ahlak temeline dayanan bilgilerdir.

Tekrar aynı noktaya dönüyoruz. Her çocuk İslam Fıtratı üzerine doğar. Ancak doğduğu andaki orijinal İslam Fıtratı hayatı boyunca değişmeden devam eder mi?Öncelikle temel bilgilerin alındığı ailede Anne-Babanın İslamı anlayışı ve algılayışı bir anlamda genetik bir karakter taşıyormuşcasına çocuğa geçirilmektedir. Bu dönemde diğer aile fertlerininde çocuğun dini bilgisi üzerinde etkileri olmaktadır.Okul çağına gelmesi ile birlikte kişi üzerindeki etkiler mahiyet değiştirmekte ayrıca sayı ve yoğunluk olarakta artmaktadır. Okula adım atılır atılmaz din eğitiminde ailenin yerini Okul-Öğretmen ve kısmende arkadaşlar almaktadır. Özellikle okul-öğretmen konusu dikkate değer özellikler taşımaktadır. Bir kere öğretmen kendi şahsi din (aynı zamanda siyasi ) telakkisini çocuğa aktarırken aynı anda sistemin (yönetici elitin ) düşünce yapısını da aktarmaktadırlar.

Belirli bir olgunluğa erişen kişiye karşı başka etki unsurları da faaliyete geçmekte ve kişi Sistem’in etkisi ile başbaşa kalmaktadır.Sistem bir taraftan kendi düşünce yapısını eğitim kurumları vasıtasıyla vatandaşına zorla şırınga ederken diğer taraftan da “Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB)” gibi bir kurumu kullanarak insanların kendi telakkisi ve bakış açısı dışında bir telakkiye ya da bakış açısına sahip olmamasına gayret etmektedir. Özellikle Sünni Müslümanlar “DİB” vasıtasıyla sistemin belirlediği sınırlar içerisinde disiplin altına alınmışlardır. Müslümanlar, DİB’i kullanan sistemin çalışmaları sonucu bilgi kırıntıları ile bilgilendirilmekte(!) hem ailede aldıkları bilginin üzerine bilgi ekleme şansını kaybetmekte hem de diğer bilgi kaynaklarına itibar etmemektedir.Şuanda AKP milletvekili olan zamanın DİB Başkanı Tayyar Altıkulaç’ın 1980 ihtilalinden hemen sonra Ülkemizdeki Cemaat ve Tarikatlar hakkında raporlar düzenleyerek Evren ve ekibine ispiyonlaması , Kadının örtünmesi hususunun İslam’ın emri olup olmadığı konusunda yıllardır süren tartışmalara rağmen İslam Dini hakkında Devlet katında en yüksek bilgi ve çalışma makamı olan DİB’in sessiz kalması ve bu konuda meydanı 4 tane zibidiye bırakması, Başörtülü bayanların meşruiyetlerini ispatlamak için ( Din konusuna münhasır olmak kaydıyla burada bir tartışma ortamı açmak istiyorum. Dinin emri olması ve dini yaşamak niyetiyle yapılan bir uygulamanın/ibadetin meşruiyetinin siyasi mülahazalarla karar veren ve senin inancına hiçte sıcak bakmayan bir insan grubunun vereceği bir kararın sonucuna bağlanması ve inancımızın meşruiyetini kendi imanımız dışında başka kapılarda aramamız ne kadar doğrudur? Bu tartışma konusunu açarken hiçbir şekilde AİHM’ne müracaat eden başörtülü kardeşlerimizin eleştirilmesi amaçlanmamıştır.) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yollarını aşındırdığı bir dönemde bu meşruiyeti yapacağı bir açıklama ile sağlayabilecek olan bir kurumun “üç maymunu” oynaması ve kendini Diyanet Vakfının mali getirisi içerisine hapsetmesi ve sistemin istediği anlarda ve sistemin istediği oranda dışarı çıkıp inisiyatif kullanması ,Yine İslam dini hususunda devleti yönetenleri yönlerdirmesi ve gerekirse İslam’ın emir ve yasaklarına uyulması hususunda sistemle kavga etmesi gerekirken devleti yönetenlerin düşünce ve emirlerini(!) Cuma hutbeleri vasıtasıyla müslümanlara empoze etmesi, vs.vs. tüm bu anlattıklarımızı doğrulamaktadır.(Kontrol dışında olan Alevi kardeşlerimizinde ısrarla DİB bünyesinde oluşturulacak bir yapı ile bu çemberin içerisine girmeye çalışmaları oldukça ilginç bir durum.)

Dini nasıl algılamamız gerektiği hususu Ankara’da oturan birileri tarafından belirlenmekte ve ne yapmamız gerektiği bildirilmektedir. Bu şahsın belirlediği rolün dışında roller üstlenmemiz ya da başka replikleri okumamıza müsaade edilmemektedir. Din konusunda bilgisi ve yeterliliği olmayan birileri çıkıp bizim neye , nasıl ve ne kadar inanmamız gerektiğine karar vermektedir. Kendisinin belirlediği düşünce dışında düşünceye sahip olanları adeta aforoz etmektedir. Beni kendisi gibi inanmaya ve yaşamaya zorlamakta ve bu hakkı kendinde görmektedir. Düşünceleri renklerle (ak-kara ,beyaz-siyah (Kara ve Siyah renk değildir ,renksizliği ifade eder ki bunu bile bilmezler) ,sıfatlarla (aydınlık-karanlık, radikal-ılımlı vs.vs.) ifade etmekte ve kendi gibi düşünmeyenleri gerek devlet erki gerekse bu erk vasıtasıyla elinde tuttuğu büyük medya gücüyle baskı altında tutmakta ve toplumdan soyutlamaktadır.Sistem bütün bu baskıları “Laiklik” adı altında yapmaktadır. Laiklik sıfatının içeriği kullanıldığı ülkelerde sistemler tarafından kendi yapılarına göre doldurmaktadır. Ülkemizde içi “Din ve Devlet İşlerinin ayrılması” olarak doldurulmuştur. Burada hemen sormak lazım “Din işi ile devlet işi ayrılmış ise bir devlet kurumu olan “DİB” neyin nesidir. Devlet dini kendisinden ayırıyorsa “DİB”i ne amaçla ihdas etti ve bugüne kadar kullandı ve kullanmaya da devam ediyor. “Laiklik” ilkesini sistem kendi eliyle zedelemektedir.Sanılanın aksine “Laiklik” serbestlikten ziyade baskı unsuru içerir. Baskı “Laiklik”in yapısında mevcuttur. Laiklik konusunda yazılan yazılarda maalesef bu unsur gösterilmemektedir. Köşe komşum Sayın Nevin ZEYTİNELİ Hanımefendi de “Ahlak,Hukuk ve Başörtüsü Yasağı” isimli yazısında (muhtemelen) dikkatsizliği sonucu bu “baskı” boyutunu es geçmiştir. Sovyetler Birliği’de “Laiklik” ilkesinin hakim olduğu bir ülke idi ve hertürlü dinin propagandası yasak iken hertürlü dinsizlik propagandası serbestti.Ve devlet bizzat kendisi bu propagandayı yapıyor ve yaptırıyordu.Avrupa’da devletin temel nitelikleri içerisinde bugün “Laiklik” ilkesini zikreden iki (Türkiye ve Fransa) ülkenin bulunmasının tek sebebi daha özgürlükçü düşünen ülkelerin vatandaşlarını bu baskıdan kurtarmak istemeleridir. Ülkemizde “Gerçek Laiklik” olarak talep edilen düşünce “Laiklik” değil “Sekülarizm”dir. Sekülarizm konusu başlı başına bir yazıya konu olacağından burada üzerinde durmayacağım.

Sistemin dini hayat üzerinde etkileri devam ederken birde diğer dinlerin ve güç gruplarının etkisi sözkonusudur. Özellikle Hrıstiyanlığın Protestan mezhebine mensup kuruluşlar kendi inançlarını yaymak , o olmazsa diğer insanları kendi düşünce yapılarına uygun dini telakkilere çekebilmek için bütün imkanlarını kullanmaktadır. Sulandırılmış bir dini anlayışın hakim olduğu Protestanlıkta her türlü günahı işlemek nerede ise mübah olup günah çıkarma işlemi ile bu günahlardan kurtulunmaktadır. Bütün kutsal değerler hafife alınmaktadır. Boyuna takılan ve haç işaretinden mütevellit bir kolye ile din tam anlamı ile yaşanabilmektedir(!). Bu insanlar yaşam tarzlarını dünyaya yaymak için devletlerinin imkanlarınıda kullanarak diğer dinler üzerine yüklenmektedir.Maalesef Ülkemiz bu Protestan grupların at oynattığı bir alan haline getirilmiştir. İnsanımız dinini değiştirmese bile dini algılama şeklini büyük oranda değiştirmiştir. Genç kızlarımız bugün göğüslerini göstermekte beis görmemekte ve aynı protestanların yaptığı gibi üzerine taktıkları “Allah” yazan bir kolye ile zevahiri kurtarmaya çalışmaktadır. Bekaret yaşının 15’lere düştüğü , gayrimeşru birlikteliklerin hızla arttığı ,dinin bayram ,kandil ve mevlit okunması kadar dar çerçevede düşünüldüğü bir toplum yapısı ile karşı karşıyayız.Protestan Hrıstiyanların yerleştirmek istedikleri din anlayışı ile Sistemin “Laiklik” anlayışı büyük oranda örtüşmekte olup “Sulandırılmış Bir İslam” anlayışı olarak nitelendirebileceğimiz “Protestan İslam” anlayışını hem sistem hem de ABD ve İngilterenin başını çektiği “Protestan Hrıstiyan Batı” tarafından hem Türk toplumuna hemde tüm dünyaya pompalamaktadır.Yine ABD ve İngiltere , Müslümanları eğemenlikleri altına almak ve çizdikleri çizginin içerisinde tutabilmek için kendi kontrollerinde “DİB” benzeri bir kurumu hayata geçirmeye çalışmaktadırlar. Bu kurum “Hilafet” kurumudur. Bu ülkeler kontrollerinde bir Hilafet kurumunun kurulması ve kendilerine bağlı bir “Halife”yi bu kurumun başına geçirebilmek amacıyla bütün imkanlarını kullanmaktadırlar. İstanbul’da Ceylan Otel’de 2006 yazında yapılan ve Avrupa’daki Müslüman Topluluk Temsilcilerinin katıldığı (ATB de katılmıştır) toplantıyı İngiltere Dışişleri Bakanlığının tertip etmesi bu çabanın bir yansımasıdır. Yine bu ülkeler kafalarındaki İslam anlayışını bazen teşvik ederek ama çoğu zaman zorla Müslümanlara dikte ettirmeye çalışmaktadırlar. Bu anlayış “Ilımlı İSLAM"
Burada diğer İslami grupların ne yaptıkları ya da yapmadıklarını bir kenara bırakarak biz hangi düşünce yapısını esas alarak İslam’ı yaşayacağız. Türk-İslam Ülküsünde “Hangi İslam’ı” esas alacağız ve zorla bize dikte ettirilmeye çalışılan anlayışlara karşı nasıl mücadele edeceğiz.İçine doğup Anne-Babamızdan ve çevremizden öğrendiğimiz (geçmişten gelen tüm hatalara ve yanlış yorumlamalara rağmen) “Geleneksel İslam”ı mı?( Sistemin ve dış güçlerin çalışmaları bu şekilde sürerse şimdi 10 yaşın altında bulunan çocukların kendi çocuklarına anlatabilecekleri geleneksel bir İslam muhtemelen bulunamayacaktır.
Yoksa gerek Sistemin gerekse Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’nin başını çektiği Batının dayattığı “Protestan (ya da Ilımlı) İslam”ı mı?